Yol, hece dillerinden olan Türkçede tek heceli bir isimdir; yolmaktan gelir. Çünkü insan yerde
yürüyünce, yeri adeta yolmuş oluyor. Bu kavramın semantik manalarını anlamak için, üç
harfli kökü ile beraber beş türevli hallerine bakmak lazım. Arapçada yol manasında iki kelime
var, tarik ve sebil. Tarik, tepilen ve vurulan yer demektir. Sebil ise engelsiz ve açık yol
manasınadır.
Ayrıca, gidilen yol ve yöntem manasında mezhep kelimesi var. Kelamcılar, fıkıhçılar ve
hadisçiler, kendi yol ve yöntemlerine mezhep deyince, onlardan sonra ortaya çıkan tasavvuf
ehli de kendi yol ve yöntemlerine tarikat kelimesini kullandılar.
Bunlardan Kur’an’da 4-5 adet geçiyor. Fakat hedefe vardıran yol, halkın deyimiyle yolunu
bulmak, yani Hidayet kavramı tam 288 sefer geçiyor. Evet, bir yola girmek, bir şeyi icat
etmek, hatta bir canlıyı oluşturmak kolaydır. Önemli olan, sonsuz tekâmül sürecinde o varlığı
ve o canlıyı zirveye ulaştırmaktır; hedefe ve ebediyete vardırmaktır. Buna işaret olarak
Hidayet kelimesinin kökü HDY 19 ediyor. Varlık manasındaki vücut kelimesi de 19 ediyor.
Bu sayı ise zirve durumların sembolüdür.
Bu hidayet kökü Araplar için çok önemli idi. Çünkü her on kişiden biri çölde kum fırtınası
içinde yolunu kaybediyordu. Ne ismi ne mezarı kalırdı. Arapçada bu yol kaybetmeye dalalet
denir. Yolu başarı ile bitirmeye de hidayet denir. Eğer bu yol etrafı bariyerli ise ve kendisi
geniş ise, ona Sırat-ı Müstakim denir.
Bu hidayet yolundan kenar taraflara çektiren yani saptıran faktöre de fitne denir. Fettane
kadın, insanı doğru yoldan saptırdığı için o ismi almıştır.
Kur’an, gerek hidayet ve gerek dalalet ve gerek fitne (imtihan) kavramlarını, sonsuz varlık
içinde yolunu, hedefini bulup beka ve ebediyeti kazanmak veya kaybetmek manasında
kullanır. Yani bunları kozmolojik, ontolojik ve metafizik değerler olarak ele alır. İki-üç yerde
ise sadece günlük manalarında kullanır. Mesela şahitlik meselesinde, iki kadın şahit tutun ki
biri dalalete uğrarsa yani gelmezse veya evlilik gibi bir sebepten dolayı başka bir şehre
geçmişse diğeri şahit olsun, der. (2/282)
Biz bu kısa yazıda Hidayetle ilgili beş ve Dalalet ile ilgili beşer ayet yazıp yetineceğiz. İşte:
1-“Musa ve Harun Firavunun Allah’ı inkâr etmesine karşı Allah’ı ona şöyle anlattılar:
Rabbimiz (bizi diyalektik süreç ile geliştiren sahibimiz), her şeye her nesneye yaratışını (şekil ve formunu) bağışlar, sonra ona sonsuza dek hidayeti (yaratılışına uygun hedefe varmayı)
nasip eder.” (20/50)
2- “Ey Muhammed sen vahiy diliyle de ki: Beni zıtlarla terbiye eden Rabbim beni sırat-ı
müstakime vardırmıştır. O sırat ki değerli ve dengeli bir dindir (düzendir). İbrahim’in dengeli
dinidir. Bu yol, bütün zıtları iki kanat yapıp sonsuz kemalata uçmaktır. İbrahim, varlığı sınırlı
ve somut bilen putperestlerden değil idi. (Bazı Tarihçilerin sandığı gibi.)” (6/161)
Bu ayet, 66 harftir. Allah kelimesi de 66 eder. Sırat-ı Müstakim deyimi 950 (19*50) ediyor.
Ayette anlatılan Rabbin kim olduğunu ve terbiyenin ne demek olduğunu bildirir. Zıtları kanat
yapıp sonsuza uçmanın yani terbiye görmenin açıklaması ise şudur:
Varlıktaki üçlü sistem gereği, dinler de üç yöntem üzere gitmişlerdir. Toplum çok dağınık ve
fakir kalmışsa, ona devleti ve zenginliği tavsiye eden bir din gelir. Mesela Yahudilik böyle bir
dindir. Toplum çok zengin ve materyalist ise İsa gibi saf ruhaniliği tavsiye eden bir
peygamber gelir. Veya bu iki yöntemin birliği ihmal edildiği için gerçeklik ve güzellik
görünmediğinden, onları birleştiren İslam gelir. İslam kelime olarak bütün farklı yapıları
birleştiren ve barıştıran demektir. Bir sene önce Hz. Muhammed’in (a.s.) bu orta yol (sırat-ı
müstakim) yöntemini şöyle özetlemiştim:
Onun Yöntemi, Kur’an’ın, hayatı boyunca yüzlerce yüksek ahlakı yaşayan Hz.
Muhammed üzerinden anlattığı ahlaktır. Kur’an, ona Yasin ve Kalem surelerinin
başlarında: Sen büyük ahlak üzeresin, diyor. Büyük deyince, herhalde kilo veya
metre olarak büyüklük kastedilmiyor. Demek burada büyüklük, ifrat ve tefrit, yani aşırı
gitmekle geri kalmak arasında oluşan gerçek ahlak demektir. Büyüklük; özellikle azim
kelimesi, somut ve gerçekten yaratılmış şey demektir.
Dolayısıyla büyük ahlak, bu nitelikleri taşıyan ahlak manasında olduğundan eminiz.
Evet, somut yaratılış, artı ve eksinin ortası yani dengesi demektir. Bahar, yaz ve kışın
ortası olduğu için büyüktür ve güzeldir. Aile, kadın ve erkeğin dengesi olduğu için
önemlidir ve hayatın arşıdır.
Hz. Muhammed, bütün hayatında hiç uçlara uğramadı, hep denge ve orta yolu seçti.
Zaten getirdiği dinin ismi de İslam’dır. İslam, başta ruhanilik ve devlet ile bilim ve
imanı barıştırmak olmak üzere bütün zıtları özellikle iman ve bilimleri barıştırıp,
dengeleyip hayatı bir bahar yapmaktır. Bu ahlak o kadar önemlidir ki, Kur’an'da, Allah
dahi sırat-ı müstakim (orta yol) üzeredir, diye ifade ediliyor. (Hud, 56) Evet, Allah için
yaratmak çok kolaydır. Çünkü sadece dengelemekle kâinatlar yaratılıyor. Ve onların
küçük modelleri olan beyinlerimiz çalıştırılıyor. Hz. Muhammed’in ibadet şekli olan
namaz da bu dengeyi pratize ediyor. Kur’an, Namaz, fahşa ve münkerden (ifrat ve
tefritten: aşırılık ve geri kalıştan) alıkoyar, diyor. (Ankebut, 45) Kur’an’da, bu evrensel
yaratılış formu olan denge ve barışı anlatan yüz küsur ayet var.
Maalesef, bu denge ve barış ahlakı İslam’ın temel ve birinci konusu iken, Müslüman
ahlakçılar bunu Kur’an’dan değil de fazilet ve ihlas yerine iyiliği ahlak motivasyon
aracı olarak gösteren Aristo’nun İfrat ve Tefrit (aşırılık ve gerilik) ortasını anlatan
Etika’sını esas almışlar. Nihayet 1916'da Birinci Dünya Savaşında Bediüzzaman
bunu Kur’an’a dayandırdı: Aşırı zekâ ile ahmaklığın ortası olan hikmet ve anlayışı,
saldırganlık ve korkaklık ortası olan cesareti, şehvet düşkünlüğü ile sönüklüğün ortası
olan iffeti buldu. İslam Ümmetinin bir ayıbını kapatmış oldu. Evet, hakikat, dengededir. Güzellik, dengededir. Dolayısıyla dengeli dünyaya ve
Biyosfere âşık olunuyor. Onun için Hz. Muhammed’e özellikle Allah’ın sevgilisi
denmiştir. Kur’an bunu şöyle açıklıyor: Al-i İmran suresi, ayet 31 ve 32 şöyle diyor:
“Qul (vahiy diliyle de ki:) Eğer Allah’ı seviyorsanız, ben Muhammed’e uyun, Allah da
sizi sever. Yani eksiklerinizi siler (mağfiret), size rahmet (başarı) verir. (31)
Bana tabi olmak demek, başta sonsuzluk ve sınırlılık, evrensel ve lokal değerlere
uymanız demektir: Yani Allah’a ve elçisine itaat edin. Eğer dönüp kaçarlarsa hiç
şüphesiz Allah gerçekleri örten kâfirleri sevmez: Yani onları başarılı kılmaz. (32)
Evet, bu iki açık ayetten anlaşıldığı gibi, Allah’ın sevgisi Mevlitte anlatıldığının aksine
öyle aşk tarzında değildir. Başarı, ebedileştirme ve olgunlaştırma demektir.
İbrahimî Dinlerin Varlık ve Hayat Algısı.
a) Kur’an, İslamiyet’in 4000 yıl öncesine dayanan Hz. İbrahim dininin aynısı olduğunu
söylüyor. (22/78) Bu dinin ismi İslam’dır. İslam, bütün zıtları dengelemekle barıştırıp yaz ve
kışı bahar yapmaktır. Hristiyanlığın ruhaniliği esas alması, Yahudiliğin devlet, şeriat ve
hukuku esas alması, tarihî mecburiyetten kaynaklanmış bir sapmadır. Yoksa onlar da aslında
İslam idiler. (3/84) Evet, Yahudilik, Musa ile Harun’un (şeriat ile velayetin) birliği idi.
Hristiyanlık da Tevrat ile İncil’in beraberliği idi. (Matta, 5)
b) Bugünkü İslam dini, bilgilerinin bir kısmını Arabistan’daki Tarihî İbrahimî birikimden
almış; bir kısmını da yeniden vahiy ile almıştır. Ama zıtların dengelenmesi ve barıştırılması
hep aynı çizgide devam etmiştir. “İbrahim ne Yahudi idi ne de Hristiyan. Putperest de
değildi. O tam orta yolda olan bir Müslüman idi.” (3/67)
c) Aslı 4000 yıl öncesine dayanan Gılgamış Destanının omurgası, köylü ve şehirlinin
beraberliği sonucu sonsuzluk çerçevesinde insanlığın ebediyeti arayışı mesajıdır. Bu tarih de
İbrahim şahsının veya arketipinin oluştuğu dönemi gösterir. Bu da Kur’an bilgilerinin, Yunan
veya Yahudi ve Hristiyan bilgilerinden alınma olmadığını bize anlatır.
d) Kur’an, bu İbrahimî çizgi manasında tam 38 sefer, orta yol veya doğru yol demek olan
Sırat kelimesini kullanmıştır. Allah’ın sonsuz somut varlığı demek olan bu evren de sayısız
zıtların dengelenmesinden ve barıştırılmasından ibarettir. Allah, artı-eksi şeklinde ve diğer
sayısız zıtları dengeleyerek yaratma faaliyetinde bulunduğu için Kur’an, Hz. Muhammed
diliyle, Beni zıtlarla geliştiren Rabbim, sırat-ı müstakim üzeredir, diyor. (11/56)
e) Tevrat da İncil de Kur’an da asıl temel varlık olan Allah için en çok şu üç ismi söyler.
(10/32) Allah, sonsuz ve soyut varlık. Rabb, diyalektik süreçle gelişen ve geliştiren boyut. Bir
de Hakk deyimi. Bilim, birincisi için, asıl varlık datalar değil de datalar arası bilişim ve
bilgidir, diyor. Kur’an da 13/9’da: Allah, fizik ve metafizik âlemlerin bilgisidir, sonsuz ve
aşkındır, diyor. Rabb için de bilim, diyalektik sürecin çatışarak gelişmesi ve dengelenmesi
demektir, diyor. Hak için de dengelemekten ortaya çıkan ve net görünen çok güzel gerçeklik
diyor.
3- “Ey Muhammed sen vahiy dili ile de ki: Eğer doğru iseniz (din yolsuzluktur, sözünüzde
doğru iseniz) Tevrat ve Kur’an’dan daha iyi varlığı ve hayatı geliştiren (hidayet veren) bir
kitabı Allah katından (metafizik âlemden) getirin ben ona uyayım.” (28/49) Bu ayetin fizik ve metafizik varlık çapında kozmolojik ve ontolojik mucizevi bir hakikat
olduğunu anlamak istiyorsanız, Tevrat’a da Kur’an’a da Tarih kitapları olarak bakmayın.
Çünkü her ikisinin de sonsuz soyut yasalar, bilimsel gerçekler ve metafizik arketipler
olduğunu ben on kitabımla göstermiş oldum.
4-“ İşte ey Muhammed, eğer dindarlık âlemi ve bilim âlemi senin çağrına evet demezlerse, bil
ki onlar sadece heva ve heveslerine uyuyorlar. Evrensel bilim verileri olmadan insanın heva
ve hevesi ise ilkel ve çoğunlukla dengeli gitmeyen bir yapıdır. Hiç şüphesiz sonsuz olan Allah
böyle dengesizlere (zalimlere) hidayet ve başarı nasip etmez.” (28/50)
5 “ Allah, onun ayet ve belgelerini inkâr edenleri hedeflerine vardırmayacaktır. Dolayısıyla
onlara sürekli acıklı bir azap vardır. Allah’ın belgelerine inanmayan o kişiler sürekli yalan
uyduruyorlar. Onlar, tam yalancıdırlar (varlık sisteminde onların karşılıkları olmayacaktır).”
(16/104-105)
Dalalet İle İlgili Beş Ayet:
A- “Gördün mü daracık heva ve hevesini kendine tanrı edineni?! Dolayısıyla Allah onun bol
ilmine rağmen onu saptırdı (varlık ve hayat skalasından sildi). ” (45/23)
B- “Allah insanı denemek ve onu geliştirmek için onu zıtlarla terbiye eder. Mesela dini
konuları bir miktar kapalı bırakır. Dolayısıyla Allah bazılarını saptırır, bazılarına hidayet
nasip eder. Yani bazıları bu deneme ve imtihanı verir. Bazıları ise imtihanlarını vermezler;
varlıktan ve hayattan kaybolurlar. Bununla beraber Allah, sadece fasıkları (yasal ve ahlaklı
yaşamayanları) saptırır.” (2/26)
C- “Bir insan, varlığın hakikat olduğunu bilmiyorsa; dolayısıyla, sonsuz olan Allah onu
saptırmışsa, sen onun hidayeti ve var kalması için asla bir yol bulamazsın.” (4/88)
D- “Ey Davud, biz seni yeryüzünüzün yöneticisi yaptık. Sen mutlaka halk arasında hukukla iş
gör. Sakın nefsinin hevasına uyma, o seni Allah’ın sonsuzluğa giden yolundan saptırır.
Allah’ın bu yolundan sapanlar için çok şiddetli bir azap var. Ahiretteki hesabı unuttukları
için.” (38/26)
Davud Peygambere bu tehditler varken, artık hiç denetim olmayan Asya Kıtasının siyasilerini
siz düşünün. Maalesef Türkiye Asya kıtasına kayıyor. Çünkü Asya’da denetim yoktur. Bu
denetimsizlikten dolayı tam 3 trilyon dolar bu fakir ve aç milletten zenginlere transfer yapıldı.
Türkiye’nin iyi ekonomistleri bunu biliyor. Ve TV’lerde tekrarla söylüyorlar.
E- “Varlık ve hayat gerçek değildir, boş ve anlamsızdır diyenler ve Allah’ın sonsuza giden
yoluna engel olanlar, hiç dibi olmayan sonsuz bir yokluğa mahkûm oldular.” (4/167)
Dalalet kelimesinin sayısal değeri, 1261’dir (1845). Bu tarih ise materyalizmin Avrupa’da ve
Rusya’da kol gezdiği bir dönemdir. Evet, materyalizm varlıktan ve hayattan gerçekten
sapmadır ve yüzde yüz yok olmadır; başta insanlık (Hümanizm) ve akıl olmak üzere bütün
manevi ve soyut değerlerin ölümüdür.
Bütün bu bilgilerin esprisi ve ruhu, imtihan mekanizmasını bilip onu kazanmaya
çalışmaktır; şöyle ki: imtihan zoru başarmak demektir. Varlık ve hayatın dualiteli diyalektik sürecinde pişmektir. Bir Arap
şair bunu şöyle terennüm etmiş: “İkimiz, ikiz iki çekirdek idik. Birimiz nahle (hurma ağacı) oldu.
Diğerimiz nıhle (gübre) oldu.”
Ben imtihanı kazanmanın beş nedenini şöyle buldum:
1) Riski yenecek şekilde sorunları karara bağlamak, başka bir deyim ile akletmek;
2) Fikir ve düşünmek;
3) Kibir göstermemek;
4) Asrımız bilim asrı olduğundan, dil, fen ve özgürlükle altyapı elde etmek;
5) Varlık ve hayatın sonsuzluğunu görmekle göreceli kötülükler ve musibetlerin hikmetini anlayıp ona
göre yaşamak.
Bu beş dersi Kur’an’dan ve hayat mektebinden öğrendim.
1) İşte imtihanı kazanmanın en birinci anahtarı akıldır. Akıl hakkında Kur’an’da tam kırk kelime
geçiyor. Biz sadece beş ayeti buraya alacağız. Çünkü sözü uzatmak akıl işi değildir. Akıl, etimolojik
manasıyla: "Riski yenecek, önünü görecek şekilde, bir konuda karar vermek" demektir. Dolayısıyla
akıl, beyinde bir cevher değildir. Üst korteks ile beraber, bilinçli ve riski yenecek bir şekilde karar
vermektir. İmam Ali’nin, ya varsa diye ibadet ediyorum, sözü asılsızdır. Tam aksine: "Perde-i gayb
(metafizik âlem) açılsa imanım artmaz." diyen sözü ile çelişiyor. İşte bu akıllı eylem konusunda
seçtiğim beş ayet:
a)”Siz ey Yahudiler, siz kitap sahipleri olduğunuz halde, nasıl insanlara iyilik yapmayı
emrediyorsunuz ve kendinizi unutuyorsunuz. Hiç mi akletmiyorsunuz?” (Bundaki çelişkiyi ve bunun
ahiretteki sonucunu görmüyorsunuz.) (Bakara, 44)
b) “Biz Yusuf kıssasını Arapça olarak indirdik ki, hayatı, riski ve doğru kararlar vermeyi
öğrenesiniz.” (Yusuf Suresi, 3)
Yusuf kıssasından yüzlerce mesaj alınır, ama en önemlisi, varlık ve hayatın anlamsız olmadığı, iyiliğin
sonuçta daima üstün geldiğidir. İmtihanı kaybetmenin en önemli sebeplerinden biri de dar düşüncede
kalıp Yusuf’un kardeşleri gibi kıskançlık çukuruna düşmektir.
c) “Ey Muhammed, imtihan için senden önce nice erleri nice köy ve kasabalara peygamber yaptık. Bu
insanlar yeryüzünde gezmiyorlar mı ki, imtihanı kaybedenlerin akıbetini somut olarak da görsünler:
(Maddi bakış). Ve asıl kazancın, soyut olan ahiret yurdu olduğunu anlasınlar: (Manevi bakış).
Artık ey insanlar, bu imtihanı ve imtihanın asıl nedenlerinden olan soyut ve somut farkını anlamanın
değerini akletmeyecek misiniz? (Yusuf Suresi,109)
d) “Kâinat, gül goncaları gibi yazılım dosyaları olarak (düzenli olarak) yaratılmıştır; sonsuzdur,
Allah’ın somut varlığıdır... Dolayısıyla sonsuz olan Allah’ın izni (tetiklemesi) olmadan hiçbir can
ölmez. Allah, bu sonsuz varlığı ve matematiksel tetiklemeyi akletmeyenlerin üzerine pis bir azap
kılar.” (Yunus, 100)
Burada bu ayette iki cümlenin zahiren birbiriyle hiç alakası yokmuş gibi görünmesi bize bu meali
verdirdi. Evet, sonsuzluğu; özellikle Allah’ın sonsuzluğunu anlamayanlar putperest sayılırlar. Ayette
geçen rics ve ricz, maddi ve manevi pislik demektir. Kur’an’da başka yerde, azaber-riczil-elim, acıklı
ve pis bir azap diye geçiyor. (34/5) Azap indirir denmeyip azap kılar denmesi, o putperestlerin saf
pislik olduğunu vurgulamak içindir.
e) “Eğer onlara, atmosferden (semadan) kim suyu indiriyor, onunla ölümünden sonra yeryüzünü
canlandırıyor, diye sorsan, onlar kesin olarak Allah diyecekler. Sen de ki: Hamd Allah’ındır. Fakat
onların çoğu akletmiyor.” (Ankebut, 63)
Bu ayette beş nükte var:
a) Kâinat içinde dünyayı ve atmosferi hayata elverişli yapmak, sonsuz bir bilgi ve güç gerektirir.
b) Bu sonsuzluktan dolayı, Deizm şeklinde de olsa insanlar bir Allah’ı kabul etmek zorunda kalıyor.
c) Ayette geçen Hamd, sonsuz nimetler, gerçek olgunluk manasında olup bunların gerektirdiği
sonsuzluk manasını veriyor.
d) Ayet işari manasıyla diyor ki: Vahiy de manevi bir sudur, Semadan (metafizik âlemden) geliyor.
Onunla dünya diriliyor. Fakat imtihan gereği çokları riski yenemeyip kaybediyor.
e) Bunun delili de ayetin ilk cümlesinin harfleri 57 (19*3) etmesidir. Kur’an’da somut varlık manasına
gelen ve vahyin mahiyetini bildiren Kur’an ve Rahman isimlerinin 57'şer sefer geçtiğine bakar.
Ayetin tamamı ise 83 harftir. Kadir suresinde vaadedilen seksen üç sene manevi hayata bakar. Ayetin
numarası da Hz. Muhammed’in maddi yaşının, canlı bir vahiy olduğuna işaret ediyor.
2) İmtihanı kazanmanın ikinci nedeni fikir yani derinlemesine düşüncedir. Akletmeden farkı:
Akletme, basitten, sebepten ve aşağıdan başlayıp yukarıdaki sonuca varmaktır. Fikir ise yukarıdan ve
sonuçtan yola çıkıp aşağıdaki sebebe varmaktır. Fikir etimolojik olarak: "Yeri kazıp, yerde saklı olan
çekirdeği çıkarmak" demektir.
Bu kökten Kur’an’da yine kırk kelime geçiyor. Biz sadece beşini buraya alacağız.
a) “Senden içki ve kumarın içyüzünü soruyorlar. Sen vahiy dili ile de ki: Onlarda büyük zarar var. Ve
insanlara fayda da var. Fakat zararı daha büyüktür. Ve senden malın insana faydası ve zararını da
soruyorlar. Sen vahiy dili ile de ki: Fazlası zarardır. Fazlasını fakirlere vermelisiniz. İşte Allah,
ayetlerini (mucizelerini) böyle açıklıyor. Umulur ki bunları derinlemesine incelersiniz, Dünyayı da
ahireti de incelersiniz. (Ki ilmen Allah’ın haklılığını anlayasınız.) (Bakara, 219)
Bu ayeti tam anlamak için şu beş nota dikkat etmek gerekir:
1) Sure içi ayetlerin, ayet içi cümlelerin birbiriyle bağlantısını ve kelime seçiminin nüktelerini
bilmeden Allah’ın maksadı anlaşılmaz. Zemahşeri, Cürcani ve Bediüzzaman bu konuda ısrarcıdırlar.
2) Qul kelimesi, ancak vahiy ile veya sonradan fenni araştırma ile bilinecek meseleler için kullanılır.
3) Ayette geçen ism (peltek S ile) "sonucunda mutlaka ağır bir zararın olacağı eylem" demektir. Bu da
ancak derin araştırma ve tefekkür ile bilinebilir.
4) Kur’an, içki ve kumarın zararının daha büyük olduğunu 1400 yıl önceden haber veriyor. İnsanlık
ancak çağımızda bunu anladı.
5) Ayet kelimesi işaret, hüküm ve mucize manasına gelir. Burada ise mucize manasındadır. Buna göre
ayetin beş cümlesinin birbiriyle bağını anlarsanız, neden özetinde tefekküre yani araştırmaya
yönlendirdiği anlaşılır. Evet, bu ayette fıkhi bir hüküm yok, hiçbir âlim içki ve kumara fetva vermez.
Burada sadece araştırmaya, akıllı davranmaya yönelik tefekküre davet var.
Önemli bir Not: Ayet, cümleler içi dizaynıyla diyor ki, fazla mal, içki ve kumar gibi, insanı sarhoş
eder. Ve diyor ki: Eğer Sahabelerin çoğu bunu anlasaydı, fazla mal için Ali’ye karşı gelmekle
imtihanlarını kaybetmezlerdi.
b) “Sen vahiy dili ile de ki (qul): Ben demiyorum, Allah’ın metafizik hazineleri bendedir. Ben geleceği
de bilmiyorum. Ben size insan olmayan bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana gelen vahiylere
uyuyorum. Allah bu vahiy sayesinde kör ile görenin, iyilik ile kötülüğün zıtlığı gibi zıtlarla sizi imtihan
ediyor. Artık bu imtihan ve peygamberliğin mahiyetini tefekkür etmeyecek misiniz? Araştırıp, müspet
ilimlerinize bir ilave yapmayacak mısınız?” (Enam, 50)
Evet, fen ilimleri bu asırda çok geliştiler. Ama diyalektik çatışmanın ve bunu tetikleyen
peygamberliğin mahiyetini henüz müspet olarak belgeleyemediler. Çünkü bunlar, çok derin iki
konudurlar.
c) “Onlar, çok yakından tanıdıkları arkadaşları Muhammed Psikolojisini hiç tefekkür etmediler mi?
Onda deliliğin olmadığını araştırmadılar mı? Onun açık bir uyarıcı olduğunu bilmediler mi?” (Araf,
154)
d) “Biz arıya vahyettik (kafasında program yazdık): Dağlardan ve ağaçlardan ve insanların kurduğu
yüksek yerlerden (hayvanların eli ulaşmayacak şekilde) evler edin diye. Sonra her üründen ye.
Ardında itaatkâr olarak Rabbinin kafanda çizdiği yolları takip et. İşte arının karnından, renkleri
çeşitli, insanlara şifa bir içecek çıkıyor. Bunda araştırıp düşünen bir millet için önemli bir mucize
var.” (Nahl, 68-69)
İşte ilme teşvik eden, sayıları bini bulan bu gibi ayetler var, kim demiş Kur’an ilim kitabı değil.
e) “Allah’ın ayetlerinden biri de erkeğin geniyle insana eşler yaratılmasıdır. Ki eşler birbiriyle
sükûnet bulsunlar. Ayrıca Allah, o eşler arasında sevgi ve şefkat koymuştur. İşte tefekkür eden bir
millet için, bu noktada birçok mucize vardır.” (Rum, 21)
Demek fenlerin araştırmadığı daha nice noktalar vardır. Kur’an, bin dört yüz yıl önceden,
araştırılmasını emrediyor. Demek Müslümanların bu kitabı bırakıp çelişkili rivayetler içinde
boğulması asıl onları geri bırakmıştır. İmparatorluklarını saymıyorum. Çünkü o imparatorluklar ilmi
yönden çok geri idiler.
3) İmtihanı kazanmak yerine onu kaybetmenin birçok nedeni vardır. Kur’an en başta insanların
kibrini gösterir. Ve bu konuda kırk ayet var. Biz yine sadece beşini buraya alacağız. Evet, kibir
matematiksel bir yanılgıdır, insanın sınırlı, ölümlü varlığını sonsuz Allah yerine koymasıdır. Haliyle
hayal kırıklığına uğramasıdır. İşte bu konudaki beş ayet:
a) “Ben (hakkaniyet yasası ile iş gördüğüm için), hiçbir gerçeğe dayanmadan kibirlenenleri,
mucizelerim üzerinden atlatacağım. Bunlar kibirlerinden dolayı ahmaklaştıkları için, bütün mucizeleri
dünya gözüyle görseler de onlara inanmayacaklardır. Bunlar akıl ve doğruluk (rüşd) yolunu görseler,
onu yol edinmezler. Aldanma ve çukura düşme yolunu görseler, onu yol edinirler.
Çünkü bunlar peşinen, varlık ve hayatın absürt olmadığına dair hiçbir belge yoktur, dediler. Ve o
belgelere karşı gaflette kaldılar. (Araf, 146)
b) Bütün güçleriyle yemin ettiler ki, eğer kendilerine bir peygamber gelse Yahudi ve Hristiyanlardan
daha dindar olacaklar diye… İmtihan gerçeğini ve Peygamberliğin mahiyetini bilmedikleri için,
onlara peygamber gelince nefretlerini artırmaktan başka hiçbir işe yaramadı. Çünkü onlar
yeryüzünde kibir yaptılar. Ve (müspet bir iş ortaya koyamadıkları için) kötü tuzak kurup benliklerini
tahribat şeklinde gösterdiler. İşte bu tahribat ancak onlara döner.
Onlar hakkaniyet yasası gereği, imtihanı kaybeden eski kavimlerin başına gelenlerden başka bir şey
bekleyemiyorlar. İyi bil ki: Bütün yasalar değişir, fakat bu imtihan sonucu hakkaniyet yasası bedeline
ne başka bir yasa olur ne de o yasada değişiklik olur. (Fatır, 42-43)
c) “İnsanlardan öyleleri var ki, hiçbir ilmi veriye dayanmadan, sonsuzluk ve ebediyet yolu olan
Allah’ın yolundan saptırmak ve o yolu alay konusu yapmak için boş ve eğlendirici sözler satın alır. Bunlara (bir şey üretmedikleri için fakirlik gibi) alçaltıcı bir azap vardır. Böylelere gerçeklerle
yüzleşmeleri için ayetlerimiz okunduğunda, sanki hiç işitmemiş gibi, sanki kulağında ağırlık varmış
gibi kibirlenerek arkasını döner kaçar. Böyleleri acıklı bir azap ile müjdele.” (Lokman, 6-7)
d) “Tanrınız birdir. Siz varlığın ve hayatın anlamlı olduğunu ancak bununla bilebilirsiniz. Çünkü
Allah inancı olmazsa ebediyet ve ahiret inancı olmaz. Dolayısıyla böylelerin bilinç katmanları, realite
ve varlığı tanımaz. Döner, kibirle kendi benine tapar. Tek gerçeklik benim, diye tanrılık iddia eder.
İşte varlığı ve hayatı absürt kılan bu tip insanlardır. Fakat önemi yok, çünkü Allah, gizli açık her şeyi
biliyor. (Yani gereğini yapacaktır.) Hiç şüphesiz Allah müstekbirleri (büyüklük peşinde koşanları) hiç
sevmez. (Onları başarılı kılmaz.) (Nahl, 22-23)
e) “Ya Rabbi onları bağışlayasın diye, onları doğruya her davet ettiğimde, parmaklarını kulaklarına
tıkadılar; elbiselerini başlarına geçirdiler. Doğru yola karşı direndiler de direndiler. Büyük bir kibirle
büyüklük tasladılar. Bunun üzerine, değersizlik tufanı her tarafı istila etti.” (Nuh, 7)
4) İmtihanı kaybetmenin en bariz bir sebebi çağımızın yapısıdır. Eskiden insanlar dini gerçeklerin
bilimsel yönünü bilmeseler de somut ahlak veya mucizeler ile imana geliyorlardı. Çağımızda bu
kırıldı. Bu yetmezmiş gibi, okumuş kesim için dinin bilimlerle çelişen on bin meselesi var. Ayrıca
çağımız maddi bir asır olduğu için, din ahlaka dönüşemiyor. Bu yetmezmiş gibi din konusunda cahil
bırakılan hocalar binlerce hurafe anlatıyor. Dolayısıyla çağımızda inanmayanlar sorumlu olmuyor.
Çünkü çağımız fetret devridir. Fetret devri, dini mesajın etkin olmadığı dönem demektir. İşte bu
olumsuz yapıdan kurtulmak için, yani imtihanı kazanıp ebediyeti hak etmek için altyapı olarak
okumuş kesim, kitap yazabilecek kadar, grameriyle, hermenötiğiyle, semantiğiyle dil bilmeli, Tıp
amfisinde dersleri anlayacak kadar fen bilmeli ve aklını tarihi yorumların esaretinden kurtarmalıdır.
Ancak bu durumda okumuş kesim, sorumlu olabilir.
Peki, insanlar imtihana tabi olmazlarsa ne olur? Sıradan çocuklar gibi masum kalırlar. Ermişler, yani
bir Buda, bir Tao, bir İsa, bir Musa, bir Muhammed olmazlar. Ama acı ve azap da görmezler. Onun
için ben sekiz milyar insanı eşit görüyorum. İnananlarla inanmayanları ayırmıyorum. İnanmayan o
mütefekkir edebiyatçı arkadaşımı yine eskisi gibi seviyorum.
Evet, duru-görüşü (keşif ve muhayyilesi) açık olanlar ve ölüp de bir daha hayata geri dönenler,
insanlığın yüzde doksan dokuzunu mutlu görüyor. Bu görüler, çağımızın sorumlu olmadığını
gösteriyor. Yoksa peygamberlere karşı gelen Firavunlar ve Ebu Cehiller, elbette azap çekiyorlar.
Hemen hatırlatalım: Onların çektiği azap da Nükleer veya Karbon-Hidrojen ateşi değil. Ama çektikleri
büyük acılar, Peygamberlerin kalbinde (muhayyilesinde) öyle cehennem azabı olarak görüntüleniyor.
Taha suresinde, Allah insanları caydırmak için biz o acıları böyle somut cehennem diye gösteriyoruz,
diyor. (Taha, 113) Cehennem ve Cennet Kavramları makalemize bakabilirsiniz.
5) İmtihanı kazanmanın en birinci sebebi, başta sonsuzluk olmak üzere varlığın ve hayatın mahiyetini
anlamaktır. Buna Tasavvuf, irfan diyor. Evet, ancak bu irfanla, insana imtihanı kaybettiren kötülük
problemini anlarız, ancak bu halde kötülük krizini fırsata çeviririz. Kötülük problemi üzerine doyurucu
bir tez yazan kızımın çalışmasına sunuş olarak şu pasajı iki ay önce yazdım. Aynen buraya alıyorum:
[Değerli Zehra kızım, bu kısa ama doyurucu çalışmayı Marmara İlahiyat bitirme tezi olarak
hazırladı. Risale-i Nur'dan yapılan alıntılarda önemli yardımlarım oldu. Bu problemin çözümü
için tez yeterlidir. Sadece bu sene (2023) yeni bir şey öğrendik:
Kötülük, kaos ve ölüm denilen olay, aslında kötülük değildir. Onun da kendinde bir düzen
olduğu, yeni bir düzen ve hayata ayak basmak üzere bir tetikleme ve emir âleminden bir
buyruk olduğudur. Kaos denilen bu gerçekliğin yüksek derecede bir matematiğinin var
olduğudur. Bu yüksek matematikte sonsuz ihtimaller içinden bir ihtimal var oluyor; ama hep o
ihtimal tutuyor. Ekolojide, hayatta, özellikle DNA ve Beyin düzeninde bunu hep
gözlemliyoruz. Aslında Bediüzzaman, hayat, ölüm ve diriliş bahislerinde, sürekli olarak bu hakikati anlatmıştır. Fakat onun zamanında DNA ve Sibernetik sistemler bilinmediğinden bu
hakikat bir derece gizli kaldı. Yoksa o (makamı âli olsun), yaratmada, hayatta ve dirilişte
esbap yoktur, diye bu sonsuz ihtimallerden bir ihtimal olan ve her seferinde tutan yasayı
yaygın bir kanun olarak anlatmıştır.
Burada iş yazılım tarzında olduğundan, somut bir nedensellik olmasa da süreç söz
konusudur. Zaten bir kudsi hadiste Allah, sürece sövmeyin; ben sürecim, diye buyuruyor.
Evet, bu problem, ancak ölüm-hayat, kaos-kozmos, dünya-ahiret, iyilik-kötülük, iman-bilim
ikileminde, dengesinde ve çok uzun bir süreçte çözülebilir.]
Son olarak, bize imtihanı kazandıracak beş kilit kelimeyi burada özet olarak anlatmanın
makamı gelmiştir. İşte:
İMAN: İman, insanın kendisini güvene alması manasına gelir. Emniyet de bu kökten gelir.
İman ölçüsü ise şu üç şeydir: Sonsuz bir Allah’a iman etmek, ebedi bir hayata iman etmek ve
bunların gereği olarak yararlı pratiklerde bulunmak. (Bakara, 62) Bu üçünün testi de o inanan
insanın ne korkması ne de üzülmesidir.
RAHMET: Rahmet, soyut bir şeyin somutlaşması demektir. Bu manasıyla, yaratmak demek
olur. Dolayısıyla, başarı manasında da kullanılır. Allah rahmet etsin sözü, onun ruhuna uygun
somut bir varlık hali nasip etsin demektir. Evet, imtihanı kazanmanın bir anahtarı inancın
somut yönü olan ibadetlerdir.
ADALET: Adalet, denge demektir. Kim imtihanı vermek istiyorsa dengeden ayrılmamalı.
Çünkü yaratma, denge demektir. Allah artı ve eksiyi dengeleyince, varlık ortaya çıkıyor.
Sağlık, insanın yüzlerce hormon ve organlarının dengesi demektir. İslam dini, başta din-bilim
dengesi olmak üzere her şeyde orta yolu tutturmak demektir. Denge, Hz. Muhammed’in
Kur’an’dan sonra ikinci büyük mucizesidir. Dinin özü olan ahlak, ifrat-tefrit dengelemesidir.
KALİTE: Kalite kelimesinin açılımı, bir şeyin sağlam ve estetik olmasıdır. Kur’an’daki ismi
itkandır. Bunu elde etmenin yolu, ilgilenerek ve severek iş yapmaktır. Buna Arapçada inayet
ve itina denilir. Mana da bu kökten gelir, çünkü yazar manaya yönelik çok ilgi gösterir.
CEHD: Cehd ve cihad gayret ve aktiflik demektir. Adam öldürme asla demek değildir. Evet,
imtihanı kaybetmenin bir sebebi de tembellik ve üşengeçliktir. İşi başka zamana ve başka
kişilere havale etmektir.
Bir Ek veya Altıncı Neden:
İmtihanı kazanmada irade ve ihtiyarın (iyiyi isteme ve seçmenin) rolü:
İmtihanı kazanmanın en önemli püf noktası budur. Bu konuda çok kafa yoran
Bediüzzaman Said Nursi’den, altı anahtar kavramı içeren bir vecizeyi açıklamasıyla
buraya alıp sonra ona bir değerlendirme yazacağız. Şöyle ki:
Masum ekall (günahsız azınlık), günahkâr ekserin (çoğunluğun) musibetinden
hissedâr olur. Zîrâ (çünkü) teklif (imtihandaki sorumluluk) nazarî (teorik) kalsa, ihtiyar
(seçme özgürlüğü elde var) kalır; sırr-ı teklif (sorumluluk esprisi), hikmet-i ibtilâ
(musibetin amacı) tahakkuk eder (gerçekleşir). Teklifde (imtihan sorumluluğunda)
bedahet (tam açıklık) ve zâruret (zorunluluk) olsa, ıztırar olur (herkes mecburi inanır);
hikmet-i teklif (imtihanın amacı) zayi olur. Günahkârın muhterik hânesinde (yanan
evinde) bir masum, bir dest-i gaybiyle (görünmez bir elle) masun kalsaydı (korunmuş olsaydı), meâdin-i ervahın (birer maden gibi olan ruhların) medar-ı tenmiye ve tezhibi
(gelişme ve arınma aracı) olan imtisal-i evamir (ilahi emirleri uygulama) ve içtinab-ı
nevâhî (yasaklarından kaçınma) ile elmaslaşmış "Ebubekir-i Sıddık"ın ruhu ve aksiyle
(tersiyle) fahimleşmiş (kömürleşmiş) "Ebu Cehil"in ruhundan temeyyüz edemezdi
(ayrışamazdı). (Hakikat Çekirdekleri-2)
Burada altı anahtar kavram var: 1) Sırr-ı teklif (geliştirici sorumluluk esprisi) 2)
İmtihanın nazari kalması (imtihanın teorik olup bedihi olmaması) 3) İhtiyar (seçme
özgürlüğü) 4) Ruhların işletilecek birer maden olması 5) İmtihanın iki amacı olan
ruhların geliştirilmesi ve arındırılması için ibadet ve takva: (Kulluk yanında kötü
şeylerden korunma) 6) Ruhların temeyyüzü (ayrışması).
Bu altı kavram zihnimizi harika olarak zenginleştirmekle beraber sanki ikisi Kur’an’a
uymuyor. Çünkü iyi ruh kötü ruh yok, hepsi akıl sağlığı olduktan sonra eşit fırsatlara
sahipler. Ve bu yazıda ayetlerin anlattığı gibi ya gelişiyorlar veya çürüyorlar. Yani
Allah herkese eşit fırsat veriyor. Sorular ağırsa, sorular sahibine gücü de zihni
yeteneği de ona göre veriyor.
Halkın tabiriyle ne kadar ekmek o kadar köfte. Araf, 172-173. ayet diyor ki, ana
karnında sağlıklı bir dölleme olduktan sonra biz o zürriyetleri kendi nefislerine karşı
şahit tutuyoruz. Hepsi de doğal bir dil ile bizim Rablığımızı (geliştirici sahipliğimizi)
kabul ediyorlar. Biz onları böyle şahit tutuyoruz ki, demesinler, biz müşrik babalarımız
yüzünden putperest olduk.
Tin suresi de baştan sona kadar diyor ki: Biz bütün insanları en güzel kıvamda
yarattık. İman ederek güzel işler yapmakla imtihanlarını kazananlar müstesna;
diğerleri imtihanı kaybediyor. Esfel-i safiline: En dibe düşüyorlar. Yani toprak
oluyorlar.
Bir İlave: İmtihanın Mantalitesi
İmtihanı kazanmaya yönelik güzel bir yazı kaleme almıştım. Altı açıdan imtihan gerçeğinin
etrafında bir çerçeve çizmiştim. Ama imtihanı kazanma mantığını atlamışım. Hâlbuki bu
mesele, Kur’an’da belki bin ayette anlatılır. İşte sadece En’am suresinden beş ayetin tefsir-
mealini vermeye çalışacağım.
1)“Vahiy diliyle de ki: Ben Rabbimden apaçık bir mesaj üzerindeyim. Ve siz onu
yalanladınız. Acilen istediğiniz mucize göstermek, benim elimde değildir. Mucize göndermek
yetkisi sadece Allah’ın elindedir. Allah hak yasaları benimle sizin üzerinde uyguluyor. O,
sorunları çözenlerin en iyisidir.” (6/57)
Birkaç Analiz:
a) Ayetin başındaki “De ki” ifadesi, bütün Kur’an’da, vahiy diliyle söyle demektir. De ki
manasına gelen bu qul kelimesi vahiy sembolüdür. Ondan sonra gelen bilginin ancak vahiy ile
bilinebilirliğinin ifadesidir. Nitekim ilk iki cümlesi, vahyin 23 yıllık durumunu ta ilk
yıllarından bildiriyor. Ve de ki demek olan qul hariç o iki cümlenin harflerinin toplamı 23’tür.
b) Ayette geçen ve apaçık bilgi manasına gelen beyyine, karşı tarafın sorumluluğunu
gerektirecek kadar açık mesaj ve bilgi demektir. Bu sorumluluğu yerine getirmeyen, ehl-i
kitap da olsa, artık onun kendi dinine imanı makbul değildir. Çünkü altını altın bildikten sonra onu reddederse, o elindeki altının altınlığını bilmiyor manasına gelir. O artık dindar değildir,
sadece milliyetçidir. Beyyine suresine bakınız. Sure numarası 98’dir.
c) Ayet numarası 57’dir (19*3). Beyyinetin (tenvin ve med dâhildir) kelimesinin sayısal
değeri 513 (19*27). Bu da sonsuzda bir ihtimal olan, Kur’an’ın 19 Mucizesini bildirir. ‘Onu
acilen istediğiniz şey benim elimde değildir’ cümlesi de gizli Y ile beraber 19 harftir. 19
Mucizesinin ta vahyin ilk yıllarında olacağını bildiriyor. (Hadid suresinin 57/27. ayetine
bakın.)
2) “Vahiy dili ile de ki:’ Eğer o acilen istediğiniz mucize benim imkânım ile olsaydı, ben
hemen onu gerçekleştirirdim ve işiniz biterdi. Bu ise din ve imtihan dengesinin bozulmasıdır.
Hiç şüphesiz Allah dengesizleri hiç sevmez.’” (Onları başarılı kılmaz.) (6/58)
Birkaç Nükte: Bu 58. Ayet, baştaki de ki demek olan qul kelimesi hariç 57 harftir (19*3=
57). Allah dengesizleri asla sevmez cümlesi de 19 harftir. Benimle sizin aranızdaki iş
çözülürdü cümlesinin sayısal değeri 1412 ediyor (19*74=1406). Bu ise bu 19 Mucizesinin
1974’te bulunacağına ve altı sene içinde ilan edileceğine ve yanlış yorumlandıktan 17 sene
sonra yani hicri 1423 (1991’de) doğrusunun ortaya konacağına bakar. Evet, Allah, zalimleri
(dengesizleri) sevmez cümlesi, bu yanlış yorumlamaya da bakar. Kur’an’ın 19 Mucizesi için,
academia.edu sitesine bakabilirsiniz.
3) “Gaybın (metafizik) anahtarları O’nun (Allah’ın) yanındadır. Allah’tan başka hiç kimse
onları bilmez. O, karada ve denizdeki her şeyi bilir. Bir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin.
Toprağın altındaki karanlıkta da hiçbir hububat olmaz ki O, onu bilmesin. Yaş kuru (bütün
zıtlar) ancak apaçık bir kitap (yazılım) içindedir.” (6/59)
Bu Ayetle İlgili Birkaç İncelik:
a) Bu ayetin tamamı 114 harftir (19*6). Kur’an’ın 114 suresinin, metafizik âlemin anahtarları
olduğunu bildirir.
b) Gerçekten metafizikteki sonsuz bilgi-işlemi bilmek için, Allah gibi sonsuz olmak gerekir.
Denizdeki ve karadaki canlıların da bilgi işlemi yine sonsuzdur, ama insan 19’un temsil ettiği
Matematik ilmiyle onu bilebilir. Nitekim O, karadaki ve denizdekileri bilir cümlesi 19 harftir.
c) Yaprağın düşmesi de DNA’daki komut ile oluyor. Yani, yine Allah’ın ilmi ile oluyor.
Hububat da toprak altında ama Allah onların DNA’sını biliyor. Çünkü sonsuz varlık
sisteminde dengelenen ve sonsuz bir yazılım (kitab-ı mübin) oluşturan her şey, yine o datalar
arası bilgi ile oluyor.
d) Kitapta (Fi Kitabin) kelimesi, 513 ediyor (19*27). Bu ise 27 bölümlük sosyal içerikli bir
kitap olan İncil’e bakar.
e) Yerin karanlıkları, 2403 ediyor. Bu ise 19’un 126 katıdır. Bu da der ki: Dünyadan ışık gitse
de hububat gibi toprak altında saklanan insanları Allah bilir, onları yine diriltir. Buradaki her
iki sayının rakamlarının toplamı 9’dur. Bu ise 9’lu biyolojik devre ve dönemlere baktırır,
binlerce biyolojik diriliş numunesini hatırlatır.
4) “Putperestler (Allah’a ortak koşanlar) var güçleriyle yemin ettiler ki eğer onlara bir
mucize görünse ona kesinkes inanacaklar diye. Sen vahiy diliyle de ki: Mucizeler Allah’ın
elindedirler. Nereden bileceksiniz? Mucize onlara görünse de onlar yine inanmayacaklardır.”
(6/109) Yani iman edip etmemek hak etmekle ilgilidir, Mucize sadece teşvik eder, imana getirmez.
5) “Allah mucizevi bir şekilde insanları yeryüzünü yönetecek yetenekte yaratmıştır. Ve
imtihan etmek için onları sınıflar olarak derece derece yükseltmiştir. Bütün varlık yazılım
olduğundan, Allah için hesap görmek çok kolaydır. Ve o Allah aynı zamanda Gafur ve
Rahimdir.” (6/165)
Komünizm sosyal sınıfları kaldırdı. Bu iş doğal olmadığı için Komünizm yok oldu. İslam ise,
sosyal sınıfları kabul eder, ama üst sınıfı alt sınıflara şefkat ve merhamete davet eder; alt sınıfı
da saygı ve hürmete davet eder. Yani İslam sosyal sınıfları kabul etmekle beraber, onların
beslenmede, barınmada ve sağlıkta (yani rızıkta) eşit olmasını emreder. (16/71).
Hülasa: Herkes önceden hesap edilmiş bir çeşit imtihan içindedir. Hiç kimse yanlış hesap
yapmasın.
11.11.2024
Bahaeddin Sağlam