Vicdanın Tanımı ve Hakikati
Bu kelime, Arapça mübalağa manasını taşıyan kök (masdar) bir kelimedir. Vecede-yecidü
(buldu-buluyor) fiilinin masdarıdır. Vücud kelimesi de bu köktendir. Çünkü varlık demek
olan vücud, bulunan ve algılanan gerçeklik demektir. Demek vicdan kelimesi, etimolojik
manasıyla ve tamlık ifade eden kipiyle, insanın karşıdaki nesneleri, olayları, manaları tam ve
isabetli olarak algılaması, onlarla buluşması ve bu algı ve buluşta gereği gibi onları
değerlendirmesi manasına gelir. Bu manada vicdanın şefkat manasında kullanılmasının esprisi
ise, şefkatli insanın varlığı ve olayları iyi algılamasından ve çoğu zaman işin gereğini doğru
yapmasından dolayıdır. Yoksa vicdan asla acıma ve şefkat manasına gelmez. Vicdan İslamın
ilk iki asrında kullanılan bir kelime değildir. Bunun yerine; karşılama, karşılaşma dolayısıyla
algılama manasına gelen ilka, tilka ve lika kelimeleri kullanılıyordu. Fakat ikinci asırda
ontolojik manada vücud kavramı tartışılınca vicdan kelimesi temel bir kavram oldu. Daha
sonra, başta tasavvuf kitaplarında olmak üzere ilmî ve psikolojik bir deyim olarak kullanıldı.
Lemeat ve Nokta Risalesinden anlaşıldığı kadarıyla; vicdan kelimesinin ilmî ve terminolojik
manası, insan denen harika ve bilinçli varlığın karşıdaki herhangi bir gerçeği özellikle en
büyük iki gerçek olan Allah’ı ve ahiret hayatını tam ve eksiksiz olarak algılaması ve bu
algının gereğini yapması demektir. Bu iki yerde geçen fıtrat-ı zi-şuur ifadesini bilinçli yapı
diye çeviriyoruz. Çünkü bugün birçok ilim dalında görüldüğü üzere; her şey diğer her şeyi
buluyor, algılıyor ve gereğini yapıyor.
Fakat insanın bulması ve algısı ekstra bir şekilde bilinçlidir. Yani Kuantum ve Sibernetik
ilimlerince gözlemlenen bu evrensel etkileşimde eşya ve olaylar hatta canlılar algıladıklarının
bilincinde değiller. Sadece insan algıladığının farkındadır; şuur ettiğinin yani bilincinin
bilincindedir. Evet, insanın iç ve dış âlemlere bakan bu radarımsı algı mekanizması
bozulduğunda dengesizlikler ortaya çıkar. Dengesizliğin dindeki ismi ise, zulümdür. Demek
vicdansız insan zalim olur, ifadesinin manası budur. Karanlıklar da genellikle dengesizliğe
sebep olduğundan Arapçada karanlıklara zulümat denilmiştir.
Bediüzzaman eski kitaplarında; Ruhun dört temel özelliği olan ve vicdanı oluşturan dört
hakikat var: Zihin, irade, kalp (duru görüş) ve hiss (genel duygu) diye söyler. 1
Yani eğer insanın bu dört manevi uzvu sağlıklı bir şekilde çalışırsa o insan karşı tarafı sağlıklı
olarak algılar ve gereğini yapar. Yok, eğer bunlardan birinde veya çoğunda bir arıza varsa, o
insan vicdansız sayılır, doğru ve dengeli algılamaz; yani zulmetmiş olur. Evet, dengesizlik
fıtrata ve İlahî sisteme yıkıcı bir etki bıraktığından zulüm sayılır. Nitekim bizim adalet
dediğimiz kelimenin Türkçesi, denge ve dengeleme kelimeleridir.
1 Hutbe-i Şâmiye ve Osmanlıca Lemeat.
Bediüzzaman yine aynı yerlerde: Zihin, İlahî marifet ile; irade, ibadet ile; kalb, şuhûd ile;
hiss, İlahî sevgi ile gelişir. İnsan, vicdanlı ve insan-ı kâmil olur. Kur’anda bu yaşam biçiminin
ismi takvadır, der.
Evet, dinin Allah kelimesi ile ifade ettiği sonsuz, mükemmel, kutsal değerler yani marifet
olmadan insan neyi düşünebilir ki. Çünkü marifetin olmadığı bir alemde her şey kapkaç,
anlamsız ve kaos olur. Manalı ve zarif ilişkileri kuran, başta nedensellik olmak üzere bin bir
mana goncalarına konan zihin bu karanlık ve kaos dünyada nasıl varlığını devam ettirebilir ve
gelişebilir?!
[Demek imanı ve irfanı olmayanın vicdanı olmaz.]
İkinci olarak: İnsanın müteşebbis ruhu (ki insanı manen yaşatan budur) sorumluluk, görev,
üretim ve gelişme demek olan ibadetle varlığını gerçekleştirmezse insan sağlıklı olamaz.
Hatta var bile sayılmaz. Manen ölü sayılan bir insanda doğru algı aramanın ne kadar anlamsız
olduğu gayet net olarak anlaşılır.
Üçüncü olarak: İnsan varlık cennetinde sonsuz mana ve güzellikleri görebilen bir kalp
algısına başka bir ifade ile soyutlayıcı ve manevi bir algıya sahip değilse; kör ve sağır
maddeden başka neyi algılayabilir. Böyle birisine vicdanlı denilebilir mi? Dördüncü unsur
için deriz ki: Bütün kâinatı dostlar meclisi veya aşk sahnesi olarak görmeyen bir insanda hiç
duygu kalır mı ki; varlığı ve hayatı doğru olarak algılasın, hissedip sevebilsin!
Kur’anda tekrarla kâfirlere, günahkârlara, hak ve hukuka riayet etmeyenlere zalim deniliyor.
Çünkü küfür, günahlar, hukuksuzluk, kâinatın ve insanlığın dengesini bozan hastalıklardır.
Demek takva, insanın başta ruh ve kalbi olmak üzere duygularını koruması ve geliştirmesi,
manasına geliyor. Takvanın kökü vikayedir; bu da koruma demektir.
Kur’ana meal yapanlar, bu etimolojik ve terminolojik manayı bilmedikleri için çoğunlukla
takvayı korku diye çevirmişler. Son dönemde bazı aydın İlahiyatçılar, bu yanlışı fark ettiler;
takva kelimesi için korku değil de saygı demek lazım dediler. Fakat yine de bir şeyler eksik
kaldı. Çünkü bu takdirde wettekun-nare ayetine meal verildiğinde ateşe saygı duyun, gibi bir
hezeyan ortaya çıkıyor.
Vicdanın Allah’ın Varlığına Delil Olması
Nokta Risalesi Allah, haşir, melek ve ruhanilerin isbatı hakkındadır. Adeta 29. Söz’ün Eski
Said versiyonudur. Bediüzzaman, Eski Said’in kuvve-i akliyesiyle bulduğu Nokta Risalesinin,
Yeni Said’in kuvve-i kalbiyesiyle keşfettiği 29. Sözle aynı çıkması, beni hayrette bıraktı, diyor.
Cemaat Risalelerin Latince neşrinde sadece birinci kısmını gördüğünden çok kişinin bu Nokta
Risalesinin diğer bölümlerinden haberi yoktur. Birçokları, Nokta Risalesi sadece Allah’ı isbat
ediyor, diye sanıyor.
Hâlbuki bu risalenin birinci kısmının başında Gayemiz Allah’ın sonsuz varlığını, bütün
mükemmel esma ve sıfatlarını isbat etmektir, deniliyor. Sonra bu geniş gaye için dört burhan
zikrediliyor. Dördüncü Burhan vicdan denilen fıtrat-ı zi-şuurdur (insanın bilinçli yaratılışıdır)
deniliyor. Burhan matematiksel, mantıkî delil demektir. Mantık ilminde hiç çürütülemeyen
kıyasların somut olarak ortaya çıkan neticesi demektir. Somut diyorum. Çünkü bu kıyaslarda daima gece-gündüz, aydınlık-karanlık gibi kavramlar kullanılır. Burada bu isbat konusunda
vicdanın dilini anlamak için onun özelliklerine yönelik dört nükte gayet güçlü bir üslupla
anlatılıyor. Burada ilave bir izah getiremeyiz. Sadece bu nüktelerin birbiriyle olan ilişkisine
ve birkaç kelimesinin açıklamasına bakacağız; şöyle ki:
Birinci Nükte: Fıtrî ve tabiî olan şeyler o kadar güçlüdür ki; hiçbir şey onlara karşı gelemiyor.
Bu yasa ve yapılara Osmanlıcada evamir-i tekviniye denilir. Mesela fıtrî bir yazılım olan
evliliğe Allah’ın emri deniliyor. Burada Allah’ın emri vahiy tarzında gelen emir demek
değildir. Evlilikteki Peygamberin kavli ile ifadesi de onun getirdiği yasalar ve hukuk
çerçevesinde demektir.
Hint-Aryen dillerinde fıtrat manasına gelen nature kelimesi kırılmayan, bükülmeyen ve karşı
konulmayan yapı manasına gelir. Demek insan bütün yaradılışıyla bütün duygularıyla bütün
yaptıkları ile açıkça ve net olarak diyor ki; benim için bir dayanak noktası (nokta-i istinad
olan Allah) ve arzularımı içinde gerçekleştireceğim bir alan (nokta-i istimdad olan ahiret)
olmazsa ben yokum. Demek fıtrat her sahada doğru söylediğine göre; insanın bu bilinç
yapısının bu fıtrî arzusunun ve bu şiddetli aşkının kesin olarak doğru söylediği anlaşılır.
İkinci Nükte: Vicdanın varlığının isbatı konusundadır. Üstad burada diyor ki: Nasıl insanda
beş dış duyu ve beş iç duyu var. Ve nasıl insana şevk veren altıncı duyu olarak bir şaika
duygusu var; insanı bir yerlere sevk eden yedinci bir duyu olarak saika duygusu var. Aynen
öyle de; vicdan (iç algı) denilen derin ve geniş bir duygu da vardır.
Eğer vicdan dediğimiz bu iç duyunun varlığı ve bunun bir nokta-i istinada ve istimdada
dayanma isteği ve dayanması bir yanılgıdır, bir vehimdir, gibi bir itiraz gelse; Bediüzzaman
3. Nüktede şöyle cevap veriyor:
Vicdanın bu yapısı harici (somut maddi) bir hakikat ve gerçekliktir. Ona hakikat-i nefsül-
emriye (avuçlanabilir gerçeklik) denilir. Demek vicdanın vazgeçilmez bu iki dayanak noktası
yani Allah ve ahiretin varlığı vehmi olamaz. Çünkü hayalî ve vehmî bir şey, maddi (harici) ve
fizikî bir gerçekliğin varlık ilkesi (temel sebebi) ve dayanağı olamaz.
Evet, vicdanın bu yapısı, bütün kâinatta gözlemlenen evrensel yararlılık ilkesine, her şeyi
kuşatan harika düzene ve her şeyin zirvelere doğru olan tekâmülü kadar bir realitedir. Hâlbuki
eğer Allah ve ahiret olmazsa en değerli varlık olan insan, hiç gelişmemiş, verimsiz, kaotik bir
yaratık olur. Bu ise, kâinattaki düzen, yararlılık ilkesi ve gelişme gerçeğine aykırı olur.
Ve yine eğer Üst korteks tarafından yönetilen insanın aklî melekelerinde bazen yanılgı ve
kuruntu olabiliyor, dense; Bediüzzaman 4. nüktede şöyle cevap veriyor: İnsanın aklî
melekeleri bazen fire verse de bazen dursa da bütün yaradılışın derin zekâsı olan fıtrat, asla
fire vermez, asla susmaz ve asla durmaz. Şimdi bu dört nüktenin sonucunu metinden takip
ediyoruz; işte:
Bu nükteleri bildikten sonra, şu bürhan-ı enfüsi (iç derin delil) olan vicdana müracaat et.
Göreceksin ki; kalb bedenin aktarına (her yerine) neşr-i hayat ettiği (canlılık verdiği) gibi,
kalbdeki ukde-i hayatiye (insan bilincinin asıl çekirdeği) olan marifet-i Sânidir (yetkin bir
yaratanı tanımaktır) ki; istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniyeyle mütenasip (insanın sonsuz
yeteneklerine paralel) olan amal ve müyûl-ü müteşaibeye (dallanmış arzu ve isteklere) neşr-i hayat eder (canlandırır,) lezzeti içine atar (tatlandırır) ve kıymet verir (değerli yapar.) Bast
ve temdid eder (yayar ve genişletir.) İşte nokta-i istimdad (beslenme ve medet alma alanı
budur.)
Ve kavga ve müzahametin meydanı olan dağdağa-i hayata hücum gösteren âlemin binlerce
musibet ve müzahamelere (sayısız düşmanların ve musibetlerin hücumuyla beraber sayısız
sıkışmaların verdiği tazyikata) karşı yegâne nokta-i istinad (biricik dayanak noktası) yine
marifet-i Sânidir (Allah’ı bütün özellikleriyle bilmektir.)
Evet, (insan) her şeyi hikmet ve intizamla işleyen bir Sâni-i Hakîme itikad etmezse
(inanmazsa) ve alel'amya (rastgele) kör tesadüflere havale ederse; o beliyyata (belalara)
karşı elindeki kudretin (gücün) adem-i kifayetini (yetersizliğini) düşünse, ister istemez
tevahhuş, dehşet, telaş, korkudan mürekkep (birleşik) bir halet-i cehennem-numûn ve ciğer-
şikâfe (cehennem gibi ciğer yakan bir duruma) düşecektir.
O ise eşref ve ahsen-i mahlûkat (en yüce ve en güzel varlık) olan ruh-u insaniyetin her şeyden
ziyade perişan olduğunu istilzam eder (gerektirir.) O ise intizam-ı kâmil-i kâinattaki nizam-ı
ekmele zıt oluyor.
Şu nokta-i istimdat ve nokta-i istinadla bu derece nizam-ı âlemde hüküm-fermalık (tam
egemen bir düzen,) hakikat-i nefsü’l- emriyenin hassa-i münhasırası (avuçlanabilecek kadar
gerçek olan bir şeyin yegâne özelliği) olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki
noktadan Sani-i Zül-Celal marifetini (varlığını ve yetkinliğini) kalb-i beşere (soyutu algılayan
insanın derin bilincine) daima tecelli ettiriyor (yansıtıyor..) Akıl gözünü kapasa da vicdanın
gözü daima açıktır. (İşte nokta-i istinad…)
Burada nokta-i istinada da nokta-i istimdada da marifet-i Sani’ kelimesini kullanıyor. Çünkü
ahiretin varlığı ve dünyada dahi o manaların yaşanılması, Allah’ın varlığına inanmaya
bağlıdır. Ve çünkü ahiret, esma-i İlahiyenin müşahhas halidir. Onun için Üstad zamanında
yaşayan ve bu sırrı bilmeyen bir müftü, 10. Söz, ahireti isbat etmiyor; Allah’ın esmasını isbat
ediyor, diye itirazda bulunmuştur.
Bahaeddin Sağlam