Piyasalar

Türkçeyi Sevmek, Türk Milleti'ni Sevmek Demektir

Punto:
Dil bir milleti oluşturan ve milliliği sağlayan önemli unsurlardan biri olup o milleti oluşturan fertler arasında anlaşmayı sağlar. O milletin atalarının yüzyıllar boyunca elde ettiği tecrübeleri muhafaza eder ve onları nesillerden nesillere aktarır. Kültürün ve millet olmanın temel taşıdır ve milletlerin en aziz kıymetli servetidir. Milletlerin varlıklarını sürdürmeleri onların dilleri sayesinde olur.Onun sınırları ait olduğu milletin dil coğrafyasında sınırlarını belirler. Bir millet ancak dili ile vardır, varlığını dili ile sürdürebilir. Yüce Allah Kuran’ının Hucurat Suresi 13.Ayetinde:“Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi millet ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten sakınanınızdır…” diyerek insanları, milletler ve kabileler haline getirdiğini belirtmektedir. İslam dini, millet gerçeğini kabul etmekte ve onaylamaktadır. Yine Rum Suresi 22.Ayette:“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması O’nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda bilenler için ders vardır.”denilerek,Yüce Allah dil ile milleti, renk ile de ırkı anlatmaktadır. Dillerin farklı olması ile insanların topluluklar halinde yaratıldığı belirtilmekte, dillerimizin çeşitliliğindeki ibretleri, işaretleri, farklılıkları görmemizi bize emretmektedir. İbrahim Suresinin 4. Ayetinde ise:“Biz her gönderdiğimiz peygamberi ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara iyice açıklasın…”denilerek, Yüce Rab kendilerine apaçık anlatılabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin dili ile gönderdik demektedir. Peygamberler, içinde bulundukları toplumun diliyle, tanrı emirlerini aktarmışlardır. Yüce Allah’ın tercih ve övgüsüne uygun belirtilmiş bir dil yoktur. Her milletin bir dili vardır. Kendi konuşanlarına dili güzel gelir. Hz. Peygamberimiz:“Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi kavmine hizmet edendir.” demiştir.Hz. İsa Peygamber ise:“Kendini anlatmak isteyenler hitap ettikleri insanın dili ile konuşmalıdır” demektedir. Demekki dil, hem dini hem de milli vasıflıdır. Dili korumamız ve geliştirmemiz ilk önce dini bir vazifedir. Bu dili koruyup geliştirecek olanlar da, o dilin mensupları olan kavimler ve milletlerdir. Bulgarlar, bu gün yaşadıkları topraklara asırlar önce Türk olarak geldiler, ancak zamanla hem dillerini, hem de dinlerini kaybettiler. Dünya üzerinde, coğrafi yüzölçüm olarak önemli bir alanda yaygınlık gösteren Türkçemiz, tarih boyunca birçok devlet kurmuş olan Türk Milletinin dilidir.Dünyanın en eski ve yaygın dillerinden biri olup, en çok konuşulan diller arasında yer almaktadır. Bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış olmasının sebebi ise, Türk Milletinin hiç durmadan fetih ruhu ile hareket etmesindendir. Asya kıtasından başlayarak, birçok milleti bir devlet ve imparatorluk olarak idaresi altına almış, iktidarını onlar üzerinde sürdürmüştür. Divan-ı Lügat Türk yazarı Kaşgarlı Mahmud eserinde: “Gördüm ki Yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin burçlarından doğurmuş, onlara Türk adını kendisi vermiş, onları yeryüzünün hakanı kılmış ve cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış…” diyerek devam edip:“Türk dilini öğreniniz! Çünkü Türklerin en az geçmişleri kadar büyük geleceği olacak ve bu gelecek o geçmişe dayanacaktır.” diye söylemiş, devamla:“ Türklüğe saygının temeli, Türkçeyi öğrenmek ve konuşmaktır. Türklüğün destanlarını, dinleyin, öğrenin ve övünün” demiştir.(1)İşte Türkçe böyle büyük bir milletin dilidir. Tarihin son dokuz asrında, dünyanın üç kıtası üzerinde, lisani bir imparatorluk kurmuş ve bir imparatorluk dili haline gelmiştir. Macar Türkolog V. Vambery:“Balkanlardan çıkan birisi, Türkçe konuşa konuşa Çin’e kadar seyahat edebilir.”diyerek,Türkçe yurdunun büyüklüğünü anlatmış, dilimizin zenginliğini ortaya koymuştur.(2) Fetihlerini Nizam-ı Alem için yapan Türk Milleti, binlerce yıllık tarihinde vardıkları ülkelerin kültürleri ile karşılaşmış, kültür alışverişinde bulunmuş, bu ülkelerin dillerinden beğendikleri kelimelerini alıp Türkçeleştirmiş, başka dillere de kendisinden kelimeler vermiştir. Türkçe bizim varlık sebebimizdir. Ancak dünyanın hiçbir yerinde, öz dil diye bir dil yoktur. Türkçede de, öz Türkçe diye bir anlayış ve politika olamaz. Türkçenin özü, üveyi olmaz. Öz İngilizce, öz Fransızca diye bir dil yoktur. Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra, dilimize özellikle Arapçadan ve Farsçadan birçok kelime girmiştir. Daha sonra da, Fransızca ve İngilizceden de birtakım kelimeler girmeye başlamıştır. Onların dillerinden dilimize, dilimizden de dillerine kelimeler geçiş yapmıştır. Dilimize yerleşmiş olan Allah, millet, hakimiyet, şart, hayat, edebiyat, hikaye, eser, imkan, mesela, muhtemel, adam, hürriyet gibi kelimeler Arapça ve Farsça diye atılmak istenilmiştir. Bu kelimelere düşmanlık niye? Ziya Gökalp ve arkadaşları, Selanik’te çıkardıkları Genç Kalemler isimli dergilerinde, dilimize giren ve Türkçeleşen kelimeler hakkında,“Türkçeleşmiş Türkçedir” diyerek düşüncelerini ortaya koymuşlardır. Bunların aslı Türkçe değildir, bunların dilimizden çıkartıp atalım, yerlerine öz Türkçe kelimeler koyalım şeklinde düşünenler, beş yüz yıllık kültüre büyük bir darbe vurmuş olurlar. Dil, kültür ve mekân çeşitliliğine sahiptir. Kültürler arası ilişkilerde ihtiyaç olunan kadar, o dilden alış da olur, veriş de olur. Dilin zenginliğinden istifade etmek bizim faydamızadır. Türk Milleti yalnız Türkçe ile bağlı kalmamış, yabancı kaynaklı pek çok kelimeye mana zenginliği vererek Türkçeleştirmiş, yaşayan dilinde yer almış ve milletinin malı haline gelmiştir. Başka milletlerle yapılan kültür ve medeniyet alışverişlerinde,diller arasında kelimelerin yer değiştirmesi tabidir. Dil, kültürü oluşturan önemli unsurların başında yer alır. Dil ile kültür sürekli etkileşim halindedir. Milletler ve kültürler, dış dünya ile etkileşmeye mecbur ve yatkındırlar. Kültürel etkileşim her zaman olur ve buna da hazırlıklı olmak lazımdır. Kültürel etkileşim, toplumun bütün hayat alanlarında değişim yapmakta ve hükmü altına almaktadır. Atatürk’ün ölümünden sonra 1940 yılından itibaren “Dilde Türkçecilik”,“ÖzTürkçecilik” anlayışı başlamış, 1950 yılından sonra siyasi bir çatışmanın içine çekilmiştir. Arı Türkçe diye bir dil olması da mümkün değildir. Her dil gibi dilimiz de, asırlardır yabancı dillerin etkisi altında kalmıştır. Türkçe, tarih içinde birçok dilden kelimeler alarak şekillenmiş, hazinesini genişleterek zenginleşmiştir. Edebiyatımızı, türkülerimizi, şarkılarımızı, atasözlerimizi ve deyimlerimizi bize sevdirmiştir.Öz Türkçe tutkusu ile asırlardır Türkçemize giren ve anlam bulan yabancı kelimeleri de atmamalıyız. Kelimelerinde bir tarihi var ve atalım dediğimiz bu kelimeler yüzyıllardır dilimizde var. Atarsak geçmişimizle ve dünya Türkleri ile bağımızı koparırız. Her türlü baskılara rağmen Azerbaycan, Kazakistan,Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan varlıklarını Türkçeye borçludurlar. Doğu Türkistan, Irak Türkmenleri, Kırım Türkleri, Batı Trakya’daki soydaşlarımızı ayakta tutan Türkçeden başka bir şey değildir. Bütün Avrasya boyunca uzanan kültür coğrafyamız da Türkçe, ortak anlaşma, yazışma ve konuşma dili haline biran önce sokulmalıdır. Dilimiz son 60-70 yıl içinde mazisinden koparılma içerisine girişilmiştir. Bir taraftan öz Türkçe yaklaşımı ile yüzyıllardır yerleşmiş Türkçeleşmiş kelimeler, yabancı kelimeler diye atılmak istenilirken, bir taraftan da dilimize sağanak gibi yağan yabancı kelimelere seyirci kalınmıştır. Öz Türkçe anlayışı ile Türkçenin kazandığı kavramlar ve ifade edebilme yeteneğinin kaybedilmesine sebep olunulmaktadır. Asılları varken, yerlerine getirilmek istenilen bu uydurma kelimeler, asılları ile çarpıştırılmak istenilmektedir. Uydurma dil politikası ile gençlerimiz, hatta orta yaşlılarımız mazisi ile eski kültürü ile bağı koparılmaya çalışılmış ve Türkçede millileşmiş kelimeler atılmak istenilmiştir. Dil anlaşılabilirse, anlaşma vasıtası olur. Tarihi, kültürü ve geçmişi ile irtibat kuruyorsa, o dile zarar verilmemelidir.Uzun yıllardan beri süre gelen ihmal, özensizlik, bilgisizlik ve ilgisizlik sonucu, dilimizde olan hızlı yabancı kelime girişi ile dilimiz yozlaşmaya başlamıştır. Dilimize yönelik çirkin, korkunç ihmaller ve yanlışlar olmaktadır. Dilimiz katledilmekte, büyük tahribata uğramaktadır. Telaffuz edilmekte bile güçlük çekilen, bizden olmayan yeni kelimeler, isimler, ağzımızda ve konuşmalarımızda, sokağımızda her gün adeta bizi işgal etmiştir. Bugün dil zenginliğimiz erimektedir. Dilimizi yabancı kelimelere sonuna kadar açık tutamayız. Dilimiz evimizdir. İnsan evine hırsızın girmesine müsaade edermi? Bugün yabancı kelimeler istila halinde dilimize girmeye başlamıştır. Dilimiz tehlikeli bir kirlenmeye doğru sürüklenmektedir. Ülkemizde, şehirlerimizin ana caddelerinden, ara sokaklarına kadar işyerlerinde, yabancı isimlerle donatılmış ışıklı levhalar, panolar, reklamlar, markalar her yeri kaplamıştır. Yabancı lisan tahakkümü vardır.Sokaktaki ve caddelerdeki yabancı kelimeler, sokaktaki insanı yabancıya dönüştürmektedir. Çarşılarda, caddelerde gezerken nerede, hangi ülkede geziyoruz durumuna gelinilmiştir. Çarşılar, caddeler Türkçenin aleyhine görünüm kazanmıştır. Dilimiz üzerine bu kadar yabancı kelime üşüşerek, asli bünyesini berhava etmektedir. Sinema, televizyon, radyolardaki yabancı filimler, diziler, çizgi filimler Türkçemizi bozmaktalar. Türkçe, iletişim araçlarında örnek olmalıdır. 1000 yakın otelimizden sadece 50 sinin adı Türkçedir. Türkiyede yayınlanan 100 dergiden 70 inin adı İngilizcedir. Son yıllarda Real, Carefour, Migros, Contour, Marks&Spenser,Praktiker, Geleria, Kipa, gibi yabancı büyük tüketici alışveriş merkezleri artmaya başlamıştır. Bunlar sadece ürün arz etmekle kalmıyorlar, yeni sözcük ve kavramlarla birlikte, hayatımıza yeni yaşam biçimleri ve alışkanlıkları da sunuyorlar. Yabancı isimle işyeri adı, ilanı, tabelalar her geçen gün artmaktadır. Yabancı kelime, işyeri ve caddelere, duvarlara taşınmıştır. Yabancı kelimelerin gelişi güzel alınması, kullanılması dilde ve kültürde kirlenmeye yol açmaktadır. Üretmeden tüketmeye yönelen toplumlar başta dillerini, sonra da kültürel kimliklerini tüketirler.İçişleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Mili Eğitim Bakanlığı, Türk Dil Kurumu, üniversitelerimiz, üniversitelerimizin dil ve edebiyat bölümü ile ilgili bölümleri,kamu ve özel kuruluşlar,basın ve medya, cemiyet, dernek ve sendikalar, meslek odaları, yazar, sanatçı ve bu konuda idari olarak sorumlu ve görevli makam sahipleri, maalesef dilin korunmasında gerekli ve yeterli hassasiyeti göstermemekte, hatta seyirci kalınmaktadır. Bu konu da, bir an önce mili bir vazife kabul edilerek, ortaklaşa çaba gösterilmelidir. Bu çaba seferberliğe dönüşmeli, kamuoyu duyarlılığı hissederek, kamuoyu ile paylaşarak, dilin korunmasında önemli adımlar atılmalıdır. Sorun, esas devletin konuya el atmasını gerektirecek duruma gelmiştir. İşyerlerinde, işletmelerde, ana caddelerde, basında, radyo ve televizyonlarda konferans, seminer ve açık oturumlarda dile getirilmeli, dilimizdeki bu yabancı yabancılaşma ve yozlaşma tehlikesi anlatılmalıdır. Sokak ve caddeler şehirlere, şehirler de toplumun genel yapısına ışık tutar. Düşünür Emerson: “Dil, Yapılması için herkesin bir taş koyduğu bir şehirdir” demektedir. İşyeri isimleri milletin tarihi, sosyal, ekonomik ve kültürel durumunun göstergesidir. Milletin nasıl bir değişim yaşadığı, değişik kültürlerin etkisi altında nasıl ve ne ölçüde kaldığı görülür. Sokaklar, caddeler, iş yerleri, şehirler bir toplumun hayatiyetidir. Bu değişimi, tabloyu bazıları ilgili ve makamlar dert etmemekte, hatta model ve çağdaş açılım olarak değerlendirerek, Türk dilinin kullanımında,kirlenmenin ciddi boyuta ulaştığının farkına varmamaktadır. Türk diline verilen zarar ve kayıplar gündem konusu olmamaktadır. Ayrıca Türkçeyi doğru ve güzel konuşan ve yazanların sayısı gittikçe azalmaktadır. Toplumda bugün gençlerimizde, güzel Türkçe ile konuşmak yerine, yabancı dil hayranlığı ve anlamı bilinmeyen uygunsuz argo kelimeler kullanma alışkanlığı başlamıştır. Cemil Meriç Argo Başlıklı yazısında: “Argo kanundan kaçanların dili, uydurma dil, tarihten kaçanların” demiştir.(3)Düşünür Herbert:“Dil sürçeçeğine, ayak sürtsün daha iyi” demiştir.Taklitçilik önemli bir hal almış durumdadır. Yabancı kelime bir bilgiçlik ve saygınlık değildir. Basın yayın organlarımızdan, gençliğimizden halkımıza doğru yayılmaya başlamıştır. Günümüzde İngilizce bilim dili olarak kabul edilmektedir. Yabancı dil bilme bir ihtiyaçolabilir, ancak eğitim dilimizin İngilizce olmasına doğru gidilmektedir. Son yıllarda ve artan bir şekilde, ilköğretimden yükseköğretime kadar, bazı öğretim kurumlarında eğitim dili olarak İngilizce kullanılmaktadır. Halbuki eğitimdeki yabancı dil, amaç değil araç olmalıdır. Yabancı dil bilmek faydalıdır. Yabancı dil düşmanlığı yapmak da doğru değildir. Öğrenilmesi teşvik edilmelidir. Ancak yabancı dilde eğitimin sonucu tehlikelidir. Yabancı dil öğrenme yerine, yabancı kültürlerin uzantıları ülkemize girmektedir. Yabancı dilde eğitimle,insanın öz benliğinden kopması ve kendine yabancılaşması, yabancı gibi düşünmesi ve yaşaması başlar. Tarihte en büyük devletlerden olan Selçuklu ve Osmanlı (Avrupa ve Asya’da) kimsenin dilini değiştirme gibi bir maksadı olmamıştır. Özellikle İngiltere, Fransa, Rusya başta olmak üzere Avrupalılar, başka milletlerin kültürel varlıklarını bozarak, kendi kültürleri ve dillerini zorla uyguladılar. Fransızlar Afrika da, Ruslar Orta Asya’da, İngilizler her yerde zorla dillerini öğrettiler. İngilizler, dünyaya İngilizceyi ve kültürlerini öğretmek için, savaşlar, kıyımlar yaptılar. Küçük bir ülke olan Portekiz bile, kendisinden kaçkat büyük olan Brezilya’ya zorla Portekizce öğretti. Halen bu ülkede resmi dil Portekizcedir. Yabancı düşünür G. Bernard Shaw:“Kendi dilini tam olarak bilmeyen başka dili de öğrenemez” demiştir.Kırım atasözünde:“Dilini kaybeden milliyetini de kaybeder” denilmektedir. Bir çocuğun beyninde temel bilgiler ana diliyle olmalıdır. Bilim ve düşünce alanında da ana dil daha kolaylık sağlar. Şair Bahtiyar Vahabzade Kendimden Şikâyet başlıklı şiirinde: “Bir zaman Rusçaydı reklam, ışıklar / Şimdi İngilizce dürttüler göze / İtinde diline hürmetimiz var / Yalnız öz dilimiz yaramır bize” diyerek bu hassasiyeti ortaya koymuştur. Atatürk de:“Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” diyerek dilimizin kıymetini çok güzel ifade etmiştir. (4) Kaybolmaya yüz tutan dil değil, dorudan doğruya milletin kendisidir. Amaç, milli değerlerin imha olmamasıdır. 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkçemiz, ilk önce Fransızcanın daha sonra da özellikle bugün, İngilizcenin etkisi altında kalmış bulunmaktadır. Türk dili yalnız Fransızca ve İngilizcenin değil, yüzyıllar öncesinden en çok Arapça ve Farsçanın ayrıca Rumca, İtalyanca, Sırpça ve Ermenicenin de etkisi altında kalmıştır. Fethedilen topraklarda kültür ve medeniyet buluşması yaşanmıştır. Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra, Arapça ve Farsçanın Türk diline ve kültürüne etkisi fazla olmuştur. Birçok Türk hükümetinde bilgi ilim dili Arapça, hükümet ve halk dili Farsça olmuştur. Selçuklular zamanında ise Türkçe devlet dili olarak kullanılmasına rağmen 13.yüzyıl ortalarında devlet işlerinde sarayda Arapça, edebi dil olarak da Farsçayı kullanmışlardır. Selçuklu Sultanlarından II. İzzettin Keykavus, halk arasında yaygın destani bir eser olan Danişmentname’yi, kendi yazıcısına Türk dili ile yazdırmıştır. Karamanoğlu Mehmet Bey de Türk dilinin korunmasını sağlamış, Türkçeyi resmi dil ilan ederek bu hususta ferman yayınlamıştır. Mehmet Bey Karamanoğullarının üçüncü beyidir. Askeri ve idari yönden bilgili bir devlet adamı idi. Millet olarak birlikte yaşamanın ilk şartı olan, dil birliğinin sağlanması gerekliliğine inanıyordu. İdareciliği sırasında (12.05.1272) yayınladığı fermanda şöyle demiştir: “Bugünden sonra divanda, dergâhta ve bargahta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır.”(5)Bu amaca uygun olarak Karaman’da, her yıl Türk dili ve Yunus Emre’yi anma törenleri yapılmaktadır.Ahmet Yesevi Farsçayı çok iyi bilmesine rağmen Türkçe şiir söyleme geleneğini başlatarak Türk dilinin “Ebedi dil” olarak kalmasını ve gelişmesini sağlamak istemiştir. Anadolu dada Yunus Emre, Karacaoğlan gibi gönül erenlerinin katkıları ile dönemlerinde Türkçe olgunlaşmış ve yayılmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılıp yerine Anadolu Beylikleri kurulduğu zaman, çeşitli dini, milli ve içtimai nedenlerle Arapça ve Farsçanın yanında, beyliklerin çoğunda Türkçe konuşulmuştur. Osmanlı Beyliği döneminde Türk diline milli şuurla kıymet verilmiş, orduda, saray çevresinde ve halk içinde Türkçe konuşulmuş, Türkçe devlet ve edebiyat dili olmuştur. Sultan Osman, Orhan, Yıldırım Bayezıd ve oğlu Süleyman ve II. Murat Türk diline gereken önemi vermişler, milli lisanlarını korumuş ve yaşatmışlardır.Yıldırım ve Emir Süleyman dönemi şairi Ahmediye’ye,Cemşit-ü Hurşit adlı eserini Türk dili ile yazmasını,Emir Süleyman teklif ve tavsiye etmiştir. Sultan II. Murat, kendi dönem yazarlarına sade Türkçe ile yazmalarını söylemiş “Gönüller ancak açık Türkçeden haz alır” demiştir.(6)Daha sonra Fatih Sultan Mehmet ve onu takip eden Osmanlı padişahları, Türkçeye sadık kalmaya çalışmışlardır. Ancak gerek Selçuklular gerekse Osmanlılar, İran’ın fethi ile Farsçayı, Irak ve Mısır’ın fethi ile de Arapçayı benimsemişler, saray ve âlim, ulema çevrelerinde bu iki dil konuşulur olmuştur. Padişahlardan Sultan II. Abdülhamid Türk diline önem vermiş, maarif hayatında Türkçe konuşulması için emir yayınlamış, dilimizdeki Arabi ve Farisi kelimeler yerine, Türkçe kelimeler kullanılmasını isteyerek şöyle demiştir: “Sözün güzel ve doğru söylenme kaidelerine uygun olabilmesi, diğer şartlarla birlikte alışılmamış kelimelerle söylenmeyişine bağlıdır. Yazı dilinde Arabi ve Farisi kelimelerin hepsi birden kullanılırsa bilinmeyen, alışılmayan birçok kelimeye rastlanmış olur. Mümkün olduğu kadar Türkçe kelimeler kullanılarak açık yazılmış sözler ise meramı ve maksadı tamamıyla anlatır. Böyle sözlerde daha ziyade kolaylık ve akıcılık bulunacağı meydandadır. Osmanlı müellifleri maksad ve meramlarının kolayca anlaşılması yoluna gitmeyip ne kadar çok Arabi ve Farisi kelime bildiklerini göstermeyi marifet sanmış, mesela lisanımızda “taş” sözü varken bunun yerine pek çok kimsenin meçhulü olan “senk” veya “hacer” kelimelerini kullanmayı zarafete daha uygun zannetmişlerdir. Bu hal, birçok zararlarıyla birlikte, dilimizde mevcut çok sayıda Türkçe kelimenin terkine ve unutulmasına sebep olmuştur. Yazı dili için İstanbul ahalisin konuştuğu lisanın esas tutulması; cümleler gayet sade ve açık yazılarak kullanılan kelimelerin mümkün olduğu kadar Türkçe sözler olması her halde çok faydalıdır. Arapça kelimeler Araplar için, Farsça kelimeler İranlılar için, me’nus (Alışık) sözlerdir. Fakat bu sözlerin İstanbul ahalisince bilinenleri pek azdır. Ahalinin daha çocukken anne ve babalarından işitip öğrendikleri kelimeler Türkçede me’nus ve bunun dışındakiler ise gayri me’nus sayılmalıdır. Osmanlı mekteplerinde Arapça ve Farsça lüzumlu olduğu için okutulmaktadır. Bu diller Kuran-ı Kerim’i doğru okumak, bugünkü fen kültürü terimlerini anlayabilmek ve icabında bu iki dille yazılmış kitapları okumaya muktedir olmak maksadıyla okutulur. Yoksa bu dillerin okutulması Türkçede Arabi ve Farisi kelimeler kullanmak için değildir. Yazı yazmakta maksad, meramı yazı ile ve güzelce yazı ile anlatmaktır. Bu maksada ise kullanılan kelimelerin bilinen sözler olmasıyla varılır. Yabancı kelimeleri okuyan ve dinleyen anlasa bile bunların tesiri pek az olur. Mesela babasına “Babacığım” diyen bir çocuğun şu sade ve masum söyleyişi kalbe tesir eder. Fakat aynı sözü “Peder-i vala-güherim” tabirine çevirirseniz bunu babası anlasa bile tesiri çok az olur. Bundan başka kitap vs gibi faydalı eserler tercümesinde ifade ne kadar açık ve sade olursa anlayanların sayısı o kadar artar ve yapılan işin faydası o kadar yaygın olur. İşte bunun için yazı yazarken açık ve sade bir üslup kullanılarak alışılmamış lügat kullanmaktan kati surette kaçınmak lazımdır. Şimdiye kadar bu usule uyulmayıp Arapça, Farsça lügatlerin hemen hepsi yazı dilinde kullanılmış ve bu da Türkçenin vaziyetini güçleştirmiştir.Halbuki başka dillerde hemen bir iki sene tahsilden sonra gazete okuyup anlayacak kadar lisan öğrenildiği halde dilimizin o derece öğrenilmesi çok zaman istemektedir. Eski müelliflerle onların yolunu – tadilen-kabul eden yeni müelliflerin eserleri, kullanılan birçok Arapça, Farsça kelime yüzünden yazı dili için hiçbir zaman numune ittihazına layık sayılamaz. Bu sebeple talebeye bu kabil eserler gösterilmeyip mümkün olduğu kadar Türkçe açık ibareler okutturulup yazdırılmalıdır. Bu tamim işte bu hususun kitabet hocalarına tenbih edilmesi maksadıyla yazıldı.”(7) Tanzimat ve II. Meşrutin ilanından sonra “Türk derneği”,“Genç Kalemler”,“Yeni Lisan” gibi adlar altında çıkan yayınlarda, İstanbul Türkçesinin esas alınması ve kullanılması istenilmiştir.Namık Kemal, Ziya Gökalp, Yahya Kemal, Ömer Seyfettin, Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Şaik Gökyay, Mehmet Emin Yurdakul, Necip fazıl Kısakürek ve günümüzde Yavuz Bülent Bakiler halkın anlayacağı anlaşılır Türkçe ile konuşulması ve yazılması için çalışmışlardır. Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları adlı eserinde:“İstanbul Türkçesininsavtiyatı (Ses bilimi), şekliyatı,lugaviyatı, Türkçenin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden ne kelime,ne sıyga, ne edat, ne de terkip kaideleri alınamaz” demiştir.Lisan adlı manzumesinde de şöyle demiştir: “Güzel dil Türkçe bize / Başka dil gece bize / İstanbul konuşması / En saf en ince bize”(8) 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilen yeni Türk harfleri ile milli dilin yaratılması istenilmiştir. 12 Mayıs 1932 tarihinde de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuş, daha sonra Türk Dili Kurumu adını almıştır. Atatürk 1931 yılında“Türk Milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel ve en zengin ve en kolay olabilecek dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili Türk milleti için mukaddes bir hazinedir. Çünkü Türk Milleti geçirdiği nihayetsiz badireler için de ahlakını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini elhasıl bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olduğunu görüyor. Türk dili, milletin kalbidir, zihnidir” diyerek dilimizin önemini belirtmiştir. (9) Dil bizim varlık sebebimizdir. Dilimize önem vererek doğru, yerinde ve çok kelime ile konuşmalıyız.Yabancı düşünür Aristo:“Sözün en güzeli, söylenenin doğru olarak söylendiği, işitenin yararlandığı sözdür” demektedir.Düşünür Heideggerde: “ Dil varlığın evidir” demiştir. Kutadgu Bilig de dil: “ Usun (Aklın) süsü dil, Dilin süsü sözdür. Kişinin süsü yüz, Yüzün süsü gözdür.” diye ifade edilmiştir.Namık Kemal ise:”Bir insanı zekası bildiği kelimelerle, dil zenginliğiyle orantılıdır.” Demiştir. Düşünür Konfüçyüs de:“Kelimelerin gücünü anlamada, insanların gücünü anlayamazsınız” demektedir. Batı dünyası ilk eğitimden itibaren, çocuklarına çok zengin bir dil eğitimi vermektedir. ABD ilk eğitimden geçen çocukların kitaplarındaki kelime sayısı 71.000’dir. İngiltere ve Almanya’da 70.000 civarında, İtalya’da 33.000, Suudi Arabistan’da 12.500 iken, ülkemizde ve çocuklarımızın kitaplarında, kelime sayısı 7.000’dir. Bu 7.000 kelimenin de, çocuklarımız ancak %5’i ile konuşup düşünüyorlar. 300 kelime ile düşünen, konuşan çocuklarımızın, bir edebiyat meydana getirmeleri,onu zevkle okumaları, kavramaları mümkün mü? Cengiz Aymatov bir konuşmasında:“Kırgızistan’da; bana edebiyatını söyle, sana nasıl bir millete mensup olduğunu anlatayım” diyerek durumu çok iyi izah etmektedir. Balzacda şöyle demektedir: “Millet edebiyatı olan topluluktur. Bir milletin edebiyatını yok ettiniz, edebiyatını okunamaz hale getirdiniz mi, o millette dirlik, birlik, dillik kalmaz.” 300-400 kelimeyle düşünmek, ilim yapmak, edebiyat meydana getirmek mümkün değildir.Düşünür platon: “Düşünce dilden, dil düşünceden doğar” demiştir. Binlerce kelime ile zengin dilimizi aşağı yukarı 300 kelimeye hapsetmişiz. Dilimizi fakirleştirmişiz. Zengin dillerle fakir diller arasındaki farkı bir düşünür:“Zengin diller, insan aklının meramını anlatacağı zaman ihtiyaç duyduğu bütün kavramlara, söyleyişilere cevap verecek kelimelere sahiptir.” demektedir. Bugün 300-400 kelimeyle konuşan bir millet haline gelmemizde bizler, bu zengin dil ülkesinin içerisinde olduğumuz halde, dil fakiri kalmış mirasyedi gibi duruyor ve dil deryasının farkına varamıyoruz. Namık Kemal dilimiz hakkında:“Zengin diller, deniz kadar derindir” demiştir. Bir insanın ortalama günlük hayatında etkili konuşması için, 2500 kelimeye ihtiyacı vardır. Bu gün ülkemizde gençlerimiz 350-400 kelimeyle konuşuyorlar. Bu bizim için üzüntü vericidir. Avrupalı ve Amerikalılar dağarcığında 40-60 bin arası kelime vardır. Bizim insanımızda 10-15 bin arası kelime vardır. Kelimeler, insanların beyninden dışarıya açılan pencereler gibidir. Ne kadar çok kelime ve kavram bilirseniz, o kadar geniş, zengin,farklı, etkili düşünebilirsiniz. Bizim ilk sözlüklerimizden birisi olan ve 1072 yılında Kaşgarlı Mahmut tarafından hazırlanan Divan-ı Lügat-it Türk’te 9.200 kelime tespit edilmiştir. Bu sözlükten sonra 1901 yılında, Şemsettin Sami Bey Kamus-ı Türk adında sözlük hazırlamış, içinde 18.000 kelime bulunmaktadır. Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan Türkçe sözlükte ise, bugün 104.481kelime yer almaktadır. (Ankara–2005) Ama bunun yanında 3.175 kelimeden oluşan da Öztürkçe sözlüğümüz var. Biz hazine sandığının üzerine oturuyoruz. Ama altındaki sandığın altınlarla dolu olmasına rağmen, karnı aç olan ve fakir olduğunu zanneden adama benziyoruz. Oysaki, hazine sandığımız ondan layıkı ile yararlanmamızı bekliyor.Nasıl ki vatanımız için canımızı, malımızı feda ediyorsak, dilimiz için de aynı itinayı göstermeliyiz. Varlığımızın teminatı olan dilimize gereken kıymeti vermeliyiz ve onu hak ettiği yere çıkarmalıyız. Bir milleti yıkmak için o milleti savaş meydanlarına çekmeye gerek yoktur. Bugün o milletin kültür değerlerini sarsarsanız, yok etmeye çalışırsanız o millet kendiliğinden çöker. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil Hocamız, 1948 yılında Türkçe Meselesi adıyla yayınladığı eserin son sözünde: “Aziz vatandaş! Dilin benliğinden bir parçadır. Benliğinin şerefine saygı gösterilmesini istemek hakkındır. Hakkını müdafaa et. Unutma ki hak ve hürriyet, bu nimetleri canı gibi seven ve cesaretle müdafaa etmeyi göze alan insanların nasibidir.” demiştir.(10) Bu nedenle Türkçemize özenle yaklaşmalıyız. Dilimize açılmış olan yaraları el birliği ile sarmak, onu korumak için ciddi çabalar göstererek tedbir alıcı hamleler içerisinde olmalıyız. Dilimize ihmal ve ihanetin bedeli ileriki yıllarda bize ağır olabilir. Bu dev dil çınarı fütursuzca budanmamalıdır. Korunması bizim sevgimiz, alakamız ve tedbirimiz sayesinde olur. Hürmet ettiğimiz kadar yüceltiriz ve yüceliriz. Fazıl Hüsnü Dağlarca:“Türkçem benim ses bayrağım” demiş,Yahya Kemal ise:“Bu dil (Türkçe) ağzımda annemin sütüdür” diyerek kıymetini ne güzel ifade etmektedirler. Türk Bayat Boyundan olan Azeri Türk divan şairi Fuzuli (1483-1556) ellerini Allah’a kaldırır yalvarır: “Ey Feyz-resan-ı Arab’ü Türk’ü Acem / Kıldın Arab’ıEfsah-ı ehl-i alem / Etdinfusaha-yı Acem’i İsi-dem / Men Türk-zeban’dan iltifat eyleme kem” “Ey Arap, Acem ve Türk Milletlerinefeyiz veren Rabbim! Sen Arap kavmini dünyanın en fasih konuşan kavmi yaptın, Acem hatiplerinin sözlerini İsa’nın nefesi gibi cana can katan bir güzelliğe ulaştırdın! Ben Türküm ve Türkçe söylemek istiyorum!Tanrım benden iltifatını esirgeme” diye Türk dili tarihinin en güzel duasını sunar.(11) Devletimizin, ailelerimizin, okullarımızın, basın ve medyamızın görevi,Fuzuli’nin Türkçeyi sevdiği gibi çocuklarımıza da sevdirmek, onları zengin bir dille düşündürmek ve konuşturmak olmalıdır. Gençlerimize dil sevgisini ve sorumluluğunu vermeliyiz. Onları bilinçlendirmeliyiz. Dile hâkim olmanın yolu, ana dil sevgisi ile ilk önce onun değerini ortaya koyan, dile dayalı eğitimle iyi planlanmış, sağlıklı Türk dili ve edebiyatı dersleri vererek olur. Varlığı, güzelliği ve kültür hazinesi olduğu anlatılmalıdır. Kendi dilini konuşan ve sorumluluğuna varan bir kimse, yabancı tesirlere karşı dilini korur. Bu konuda radyo ve televizyon programları yapılmalı, üniversitelerde, meslek odalarında, dernek ve cemiyetlerde seminer, konferans, açık oturumlar düzenlenerek anlatılmalıdır. 1926-1929 yıllarında “Türkçe kullan, konuş, yaz” kampanyası yapılmış çok ilgi görmüştür. Milletçe yine dile sevgimizi göstermek için böyle bir kampanyalar düzenlemeliyiz.Bunların yanında okul kitapları ile birlikte doğru, güzel Türkçe ile yazılmış destekleyici kitaplar okutularak Türk dilini gençlerimize kazandırmalıyız. Okullarda dil bilgisi, edebiyat dersi içinde değil, başlı başına ders olarak okutulmalıdır. İletişim organları yabancı kelimelerin yaygınlaşmasında önemli rol oynamaktadır. Radyo ve televizyon sunucuları, spikerleri ve programcıların, konuşmacıların Türk diline gereken önemi vermedikleri görülmektedir. Çeşitli yasal düzenlemelerle Türkçe kelimelerle konuşmaları sağlanmalıdır. Dil belirli kurallara, yasalara, tedbirlere bağlanmazsa canlılığını yitireceği bir gerçektir. Milletimiz bugün, zengin bir Türkçe ile düşünen, konuşan, yazan ilim, fikir, sanat ve siyaset öncülerine muhtaç durumdadır. Namık Kemal:“Ülkenin kalkınması ve yükselmesi bizim dilimizin zenginliğine bağlıdır” demekte,Nihat Sami Banarlı da:“Bizim dilimiz bir imparatorluk dilidir. Her milletin dili imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz “demiştir. Yavuz Bülent Bakiler ise dilimizle ilgili şöyle söylemektedir: “Zengin bir Türkçeyle eğitim yapmadan, çocuklarımızın beyninde ki deha merkezini çalıştırmadan millet olarak bizim çağdaş medeniyet sevyesine yükselmemiz mümkün olamaz” Konfüçyüs’a da, dilin önemi konusunda sormuşlar: “Bir memleketi yönetmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?”Büyük düşünür şöyle cevap vermiş: “Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım.” Ve dinleyenlerin şaşkın bakışları arasında sözlerine devam etmiş: “Dil kusurlu olursa, kelimeler düşünceyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken işler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa şaşkınlık içine düşen halk, neyapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” (12) Anayasamızın 3. maddesinde resmi dilin Türkçe olduğu belirtilmiştir. Ayrıca, anayasanın Eğitim ve Öğretim hakkını düzenleyen 42. maddesinin son fıkrasında:“Türkçeden başka hiçbir dil eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” denilmektedir. Böyle amir ve kesin hüküm olduğu halde, devlet organları ve yetkililer Türkçemize gereken önemi vermemektedirler. Ana dilimiz hususunda, toplumumuzun yüzde kaçı bu hassasiyeti taşıyor acaba, hiç düşünüyormuyuz? Dil bilimcilerine göre dünyanın en güçlü dili Türkçedir ve en çok konuşulan diller arasında 5. sıradadır. Türkçeyi konuşanların sayısı 300 milyon civarındadır. Adriyatik’ten, Çin Seddi’ne kadar uzanan Türk hakimiyet sahasında, geniş bir yayılma ve kullanılma alanı bulmuştur. Türkler ve Türkçe var oldukça, bu kadar geniş coğrafyada konuşulan Türkçemizi, gelecekte daha güzel günler beklemektedir. Türk kültürünün yaşaması, Türk dilinin gelişmesine ve devamlılığına bağlıdır. İnsanla, tarihi ve geçmişi arasında bir kültür irtibatı kuran dilimiz, tarihinde kaydedilen gelişmeleri, kültür, medeniyet, ilim, teknoloji ve benzeri sahalardaki ilerlemeleri, gelecek nesillerimize kalıcı bilgiler olarak sunar. Dil kültürümüzün nesiller boyu taşıyıcısıdır. Türkçe bizim milli ruhumuz, kültür coğrafyamız, tarih ifademiz, ortak inanç ve yol gösterenimizdir. Dil milletimizin adıdır. Türk demek, dil demektir. Yahya Kemal:“Her halk, kendi ikliminin lisanını söyler” demiştir. Dili milletten ayrı görmek gaflettir. Dilin sahibi millettir.Mehmet Akif’de:“Millet, dili dilime, dini dinime uygun insanların meydana getirdiği bir topluluktur” demiştir. Dilimiz soylu bir dildir. En büyük hazinemiz, bağımsızlığımızın teminatıdır. Dilini kaybeden, istiklalini de kaybeder. Bizi ezelden ebede kadar, bir millet halinde koruyan birbirimize bağlayan Türkçemizdir. Türkçemiz yaşayan Türkçe olmalıdır.