20 HAZ 2025
Piyasalar

"Kurtlukta düşeni yemek kanundur" ilkesi devletler arası ilişkilerde ve siyasi ilişkilerde bu kanun nasıl işler?

Punto: 18px12px

Not: “Kurtlukta düşeni yemek kanundur” ibaresi  üzerinden, güç temelli ve çıkar odaklı ilişkiler düzenini anlatılabilir mi? Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler açısından bu ibareden; özellikle realist kuramın merkezindeki güç mücadelelerine ve anarşik uluslararası sisteme gönderme yapabilir miyiz?

Evet, “Kurtlukta düşeni yemek kanundur” ibaresi, güç temelli ve çıkar odaklı ilişkiler düzenini anlatır. Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler açısından bu deyiş; özellikle realist kuramın merkezindeki güç mücadelelerine ve anarşik uluslararası sisteme gönderme yapar. 

Uluslararası ilişkilerde “Kurtluk Kanunu” ifadesi, özellikle realist kuram temelinde açıklanabilir. Realist yaklaşım, uluslararası sistemin anarşik olduğunu ve bu sistemde merkezi bir otoritenin, yani bir dünya devletinin bulunmadığını savunur. Bu yapı içinde her devlet kendi güvenliğini sağlamak ve çıkarlarını korumakla yükümlüdür. Böyle bir ortamda, iç savaş, ekonomik çöküş ya da siyasi otorite boşluğu gibi nedenlerle zayıflayan devletler diğerlerinin müdahalesine açık hâle gelir. Bu tür zayıflamış devletler, diğer aktörler tarafından bir fırsat olarak görülür. Bu müdahaleler, kimi zaman insani gerekçelerle ya da güvenliği sağlama bahanesiyle yapılabilirken; ekonomik bağımlılık yaratmak, doğal kaynaklara el koymak ya da siyasi vesayet kurmak gibi daha doğrudan çıkar temelli hedefleri de içerebilir. Bu dinamiklere örnek olarak, 2003 yılında ABD'nin Irak'ta Saddam rejimini devirmesinin ardından ülkenin İran, Türkiye ve ABD gibi aktörlerin nüfuz alanına girmesi gösterilebilir. Yine 2011 sonrası Suriye iç savaşında rejimin zayıflaması, bu ülkenin Rusya, İran, Türkiye ve ABD arasında bir güç mücadelesi sahasına dönüşmesine neden olmuştur. Benzer şekilde, Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında Orta Asya'da oluşan güç boşluğu, Batı, Çin ve Rusya arasında yeni bir rekabet alanı yaratmıştır.

Bu ifade aynı zamanda iç siyaset bağlamında da geçerlidir. Gücünü kaybeden liderler, klikler ya da siyasi partiler, hızlıca sistemin dışına itilir. Bu süreçte, iktidar mücadelesi ve güç boşluğu belirleyici olur. Güçlü bir figürün zayıflaması hâlinde, yerine geçmek için bir yarış başlar. Bu noktada eski müttefikler bile sadakatten çok çıkarlarını gözeterek harekete geçer. Güç kaybeden siyasetçiler medya aracılığıyla itibarsızlaştırılır, bürokrasi içindeki destekçileri pasifize edilir ve oluşan boşluk yeni güç odakları tarafından doldurulur. Türkiye’de 1990’lı yıllarda ANAP ve DYP gibi partilerin zayıflaması sonrasında AK Parti gibi yeni siyasi oluşumların yükselişi bu duruma örnek olarak verilebilir. Benzer şekilde, Latin Amerika’da popülist liderlerin gözden düşmesiyle birlikte çevredeki aktörlerin iktidar mücadelesine dâhil olması da bu sürecin başka bir örneğidir.

"Kurt Kanunu" ve Realizm

KavramAnlamıUluslararası Sistemle İlişkisi
AnarşiOtorite yokluğuDevletler yalnız hareket eder
Güç siyasetiEn güçlü olan belirlerZayıf devletler korunmaz, sömürülür
Çıkar maksimizasyonuHerkes kendine çalışırİttifaklar bile geçicidir

Bu bakış açısı, Thomas Hobbes’un “insan insanın kurdudur (homo homini lupus)” görüşüne de dayanır. Yani hem birey hem devlet düzeyinde doğada ya da siyasette "ahlak" değil, "güç" belirleyicidir.

"Kurtluk" Sisteminin Yeniden Üretildiği Kültürel Hegemonya ya da Söylemsel İktidar Biçimleri Üzerinden Kurtluk Sistemi Nasıl Çalışır

Liberal teoriye göre, uluslararası ilişkiler yalnızca güç dengesine dayanmaz; karşılıklı bağımlılık, uluslararası kurumlar ve işbirliği kapasitesi de belirleyici unsurlar arasında yer alır. Bu perspektifte, düşen aktörün yenilmesi değil, rehabilite edilmesi esastır. Uluslararası toplumun bir ülkenin çöküşünü fırsat olarak görmek yerine, onu yeniden inşa etme çabası göstermesi beklenir. 1948’de uygulamaya konulan Marshall Planı bu anlayışın somut örneklerinden biridir. Avrupa Birliği gibi yapılar da benzer biçimde, zayıf üyelerin güçlendirilmesini hedef alır; Yunanistan’ın ekonomik krizindeki kurtarma paketleri bu çabanın güncel örneklerindendir. Bu yaklaşıma göre, “kurt kanunu” medeniyet dışıdır; uluslararası kurumlar aracılığıyla işbirliği sağlanarak herkesin kazanabileceği bir yapı tesis edilebilir.

Yapısalcı ya da dünya sistemleri yaklaşımı ise uluslararası sistemi merkez, yarı-çevre ve çevre ülkeler olarak sınıflandırır. Bu teoriye göre güçlü devletler zayıf olanları yalnızca “yemez”, aynı zamanda sistemik olarak zayıf tutar. Düşeni yemek, aslında sömürgeciliğin güncellenmiş bir biçimidir. Emperyalist ilişkilerde düşen ülke, zaten sistemin içinde düşürülmüştür. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar vasıtasıyla bu ülkelere yapılan yardımlar, onları bağımlı hale getirme stratejilerinin parçasıdır. Çok uluslu şirketler ise kriz altındaki bu ülkelerde doğal kaynaklara ve ucuz emeğe kolayca erişim sağlar. Afrika’da yaşanan borç krizlerinin ardından Batı ülkelerinin “yardım” adı altında kaynaklara el koyması ve neoliberal yapısal uyum programlarıyla bağımlılık ilişkilerini yeniden üretmesi bu yaklaşımı doğrular niteliktedir.

Foucaultcu söylem analizi, gücün yalnızca zor yoluyla değil, aynı zamanda bilgi ve söylem üretimiyle işlediğini savunur. “Kurtlukta düşeni yemek” anlayışı da aslında bir söylemsel inşadır. Düşen devletler, “başarısız”, “otoriter” ya da “geri kalmış” gibi sıfatlarla tanımlanır ve bu etiketlemeler, Batı’nın müdahalelerini meşrulaştırmak için kullanılır. Bu müdahaleler genellikle “kurtarma”, “insani yardım” ya da “demokrasi getirme” şeklinde paketlenir. Irak Savaşı öncesinde yaratılan “kitle imha silahları” söylemi ya da Libya müdahalesinde öne çıkan “halkı koruma” gerekçeleri bu stratejilerin örnekleridir. Bu bağlamda, kurtluk yalnızca doğanın ya da siyasetin bir gerçeği değil; aynı zamanda iktidarın meşrulaştırılması için üretilmiş bir gerçekliktir.

Gramsci ise bir yapının yalnızca baskı yoluyla değil, rıza yoluyla da varlığını sürdürdüğünü belirtir. Bu açıdan bakıldığında, düşeni yemek için yalnızca kuvvet kullanılması gerekmez; halk da bu sürece ikna edilir. “Biz güçlü olmalıyız, yoksa biz düşeriz” türü güvenlik temelli söylemlerle rıza inşa edilir. Medya, eğitim, din gibi ideolojik aygıtlar bu anlayışı desteklerken, “zayıfa acımak zafiyettir” şeklindeki anlayışlar hegemonik hale getirilir. İçeride otoriter rejimlerin dış tehdit algısı oluşturarak kendi baskıcı uygulamalarını meşrulaştırması, örneğin “dış mihraklar” söylemi, bu hegemonya üretim sürecine dair çarpıcı bir örnektir.

Tüm bu perspektifler bir araya getirildiğinde, “kurtlukta düşeni yemek” söyleminin tek boyutlu bir gerçeklikten ibaret olmadığı, farklı kuramsal çerçevelerden farklı anlamlarla okunabileceği ortaya çıkar. Realist kuram bu sözü güç merkezli bir doğallık olarak görürken, liberal yaklaşım işbirliğini; yapısalcı analiz sistemik sömürüyü; Foucaultcu düşünce söylemsel meşruiyeti; Gramsciyen bakış ise bu sürecin halk nezdinde nasıl içselleştirildiğini açıklamaya çalışır.

 “Kurtlukta düşeni yemek” çok katmanlı bir siyasettir

PerspektifYorumuÖrnek
RealistGüçsüzü yemek doğaldır, güç belirleyicidirSuriye’ye dış müdahaleler
Liberalİşbirliğiyle tüm aktörler kazanabilirAB’nin kriz içindeki üyelerine yardımı
YapısalcıSistem düşeni üretir, sonra onu sömürürIMF politikalarıyla bağımlı hale gelen ülkeler
Foucaultcu“Kurtluk” söylemi iktidarın aracıdırMedyada “başarısız devlet” tanımlamaları
GramsciyenDüşeni yeme süreci halkın onayıyla işlerGüç söylemleriyle baskının rıza üretmesi

Türkiye'nin Türk Cumhuriyetleriyle ilişkileri

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasıyla birlikte, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan gibi ülkeler bağımsızlıklarını kazanarak uluslararası sistemde yeni aktörler olarak yerlerini aldı. Bu dönemde, Sovyetler'in yıkılması yalnızca siyasi bir kopuş değil, aynı zamanda büyük bir güç boşluğu anlamına geliyordu. Rusya'nın etkisinin zayıfladığı bu geçiş süreci, realist teori çerçevesinde değerlendirildiğinde klasik bir “kurtluk” anıdır; yani düşen bir gücün ardından çevresinde oluşan boşluğun başka aktörlerce doldurulması söz konusudur. Bu bağlamda Türkiye, tarihsel ve kültürel bağlarını öne çıkararak “kardeşlik”, “ortak kültür” ve “Türk dünyası bilinci” gibi kavramlarla bu boşluğu doldurmayı hedeflemiş, özellikle son yıllarda Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) gibi yapılarla bu ilişkileri kurumsal bir zemine oturtmuştur.

Ancak Türkiye’nin bu yönelimi yalnızca kültürel dayanışmayla sınırlı değildir. Aslında bu yaklaşım, farklı dış politika stratejilerinin bileşimidir. Realist çerçevede enerji, ticaret ve savunma gibi alanlarda çıkar temelli ilişkiler geliştirilmiş, TANAP ve Kazakistan’la yapılan askeri işbirlikleri bu stratejiyi yansıtmıştır. Liberal anlayışa göre ise kurumsallaşmaya ve çok taraflılığa dayalı girişimlerle işbirliği öne çıkarılmıştır; Türk Devletleri Teşkilatı bu bağlamda önemli bir platformdur. Ayrıca Türkiye, TİKA, Maarif Vakfı, TRT Avaz ve Diyanet gibi yumuşak güç unsurlarını kullanarak eğitim, medya ve din diplomasisi alanlarında etkisini artırmaya çalışmıştır. Bunun yanında, zaman zaman “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” gibi söylemlerle ifade bulan neo-Osmanlıcı ya da neo-Turanist retorik de dış politika diline yansımıştır. Tüm bu stratejiler bir arada değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleri üzerindeki etkisi “düşeni yemek” şeklinde değil, yön arayan aktörlere model sunarak hegemonik nüfuz kurma biçiminde işlemektedir.

Türkiye’nin Stratejik Yaklaşımı: Kurtluk mu Kardeşlik mi?

YaklaşımÖzellikÖrnek
Realist (çıkar temelli)Enerji, ticaret, askeri üslerTANAP, Kazakistan ile savunma işbirlikleri
Liberal (iş birliği temelli)Kurumsallaşma, çok taraflılıkTürk Devletleri Teşkilatı
Yumuşak güçEğitim, medya, din diplomasisiTİKA, Maarif Vakfı, TRT Avaz, Diyanet
Neo-Osmanlı/Neo-Turanist söylemler (retorik)Ortak tarih ve kimlik vurgusu"Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası" söylemi

Not: Türkiye'nin Türk Cumhuriyetlerine yönelik politikası doğrudan “düşeni yemek” değil; "düşeni yönlendirme" biçiminde işliyor. Güçlü olan (Türkiye), zayıf ya da yön arayan devletlere model sunarak hegemonik nüfuz elde etmeye çalışıyor.

Türkiye Orta Asya stratejik işbirlikleri yönelimlerin en belirgin örneklerinden biri 2020 Karabağ Savaşı’nda görülmüştür. Azerbaycan’ın Ermenistan’a karşı elde ettiği askeri üstünlükte Türkiye’nin sağladığı SİHA desteği ve askeri danışmanlığı belirleyici olmuştur. Bu yalnızca güvenlik alanında bir destek değil, aynı zamanda Türkiye’nin Kafkasya’daki jeopolitik rolünü yeniden tanımlayan bir müdahaledir. Realist açıdan bakıldığında Türkiye, düşeni doğrudan yememiş, ancak zayıflayan karşıt tarafın yerine kendi müttefikini güçlendirerek dengeyi lehine çevirmiştir.

Geniş coğrafyada ise Türkiye, Orta Asya’da Çin ve Rusya ile birlikte bir rekabet ortamında yer almaktadır. Çin, Kuşak ve Yol Girişimi ile ekonomik alanda üstünlük kurmaya çalışırken; Rusya, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (CSTO) ve Avrasya Ekonomik Birliği gibi yapılarla etki alanını korumayı hedeflemektedir. Türkiye ise kültürel ve diplomatik kanallar üzerinden bu rekabete katılmakta ve bölgedeki nüfuzunu artırmaya çalışmaktadır. Bu tablo, kurtluk kanununun yeni-soğuk savaş biçiminde, çok aktörlü rekabet ortamında farklı biçimlerde sürdüğünü göstermektedir.

Bu süreci eleştirel teorik perspektiflerle değerlendirdiğimizde, Foucault’nun söylem analizi ve Gramsci’nin hegemonya kavramı önemli kavramsal araçlar sunar. Foucault’ya göre Türkiye’nin “Türk Dünyası” söylemi, kimlik ve aidiyet üzerinden kurulan bir hegemonya biçimidir. Bu hegemonya, doğrudan zorlama ile değil; medya, eğitim ve dini kurumlar aracılığıyla dolaylı ve kültürel yollarla inşa edilir. Gramsci’nin hegemonya teorisi ise bu sürecin halk düzeyinde değilse bile elit düzeyde bir rıza üretme mekanizmasına dönüştüğünü vurgular. Türkiye, yalnızca kurum inşa etmiyor; aynı zamanda bu ülkelerde kendi modelini örnek göstererek elitlerin Türkiye ile yakınlaşmasını arzulanan bir norm haline getiriyor.

Sonuç olarak, Türkiye, Türk Cumhuriyetleriyle olan ilişkilerinde “kurtluk kanununu” klasik anlamda uygulamaktan çok, onu yumuşak güç unsurları ve stratejik işbirlikleriyle yeniden yorumlamaktadır. Ancak bu süreçte zayıf aktörlerin yönlendirilmesi, boşlukların doldurulması, söylemsel hegemonya kurulması ve yeni bağımlılık ilişkilerinin oluşması gibi olgular, aslında hâlâ kurtluk mantığıyla uyumlu bir biçimde işlemektedir.

Türk Devletleri ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Yakınlaşması

Türkiye'nin son on yılda izlediği dış politika, “değerli yalnızlık” ve “milli duruş” gibi kavramlarla tanımlanmış, büyük ölçüde tek taraflı ve zaman zaman sert söylemlere dayanan bir çizgide ilerlemiştir. ABD, AB, İsrail, Mısır ve BAE gibi önemli aktörlerle yaşanan diplomatik gerilimler, Türkiye'nin geleneksel ittifak ağlarında zayıflamalara yol açarken; ekonomik kriz, iç siyasal türbülans ve Batı dünyasıyla yaşanan sorunlar Türkiye’nin bölgesel liderlik iddiasını sürdürebilmesini güçleştirmiştir. Bu kırılganlıklar, dış aktörler nezdinde Türkiye’yi jeopolitik olarak zayıflamış, yani realist terminolojiyle ifade edersek “düşen kurt” pozisyonuna itmiş; Türk dünyası içindeki aktörler açısından ise yeni yönelimler arama ihtiyacını beraberinde getirmiştir.

Bu yeni yönelimlerin somut örneklerinden biri, Türk Cumhuriyetlerinin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile kurmaya başladığı temaslarda görülmektedir. Özellikle Orta Asya’daki enerji zengini ülkeler olan Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan, AB ile enerji ihracatı, Doğu Akdeniz’de diplomatik angajman ve bölgesel görünürlük gibi nedenlerle GKRY ile işbirliği zeminleri geliştirmeye başlamışlardır. GKRY'nin AB üyesi olması, bu ülkeler için Avrupa pazarına açılan bir geçit olarak değerlendirilmektedir. Buna karşılık Türkiye'nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti dışında hiçbir devlet tarafından tanınmayan pozisyonu, söz konusu Türk Cumhuriyetleri açısından "sorunlu bir aktörle özdeşleşme" riski taşımaya başlamıştır. Bu durum, Türkiye'nin pozisyonunu açıkça desteklemeyen ya da sessiz kalan hamlelerin, aslında Ankara’dan jeopolitik olarak uzaklaşma ve pozisyon değiştirme yönündeki stratejik tercihler olduğunu göstermektedir.

Burada realist teori yeniden devreye girer. Türk Cumhuriyetleri uzun süredir çok yönlü dış politika izlemekte ve Rusya, Çin, Türkiye ve Batı arasında denge kurmaya çalışmaktadırlar. Türkiye'nin Kıbrıs meselesine “milli dava” olarak yaklaşımı, bu ülkeler açısından mutlaka paylaşılması gereken bir öncelik olarak görülmemektedir. Türkiye’nin uluslararası alandaki baskı gücünün azalmasıyla birlikte, geçmişte “nezaketen” sürdürülen diplomatik destek söylemleri giderek ortadan kalkmakta; aktörler çıkar maksimizasyonunu önceleyen yeni işbirliği alanlarına yönelmektedir. Bu durum, realist düşüncenin temel prensibini doğrular niteliktedir: çıkarını koruyamayan devlet yalnızlaşır ve konumunu kaybeder.

Bu gelişmeler sadece söylem düzeyinde bir kırılma değil, pratik politikaların değişmesiyle kendini göstermektedir. Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye arasındaki kardeşlik, dil birliği ve kültürel bağlar gibi söylemler korunuyor görünse de, jeopolitik çıkarlar ön plana çıktığında bu retorik ikinci plana atılmaktadır. GKRY ile yapılan ticaret anlaşmaları, diplomatik protokoller ve çeşitli işbirlikleri, zayıflayan Türkiye karşısında yeni kutuplara yönelişi, yani “düşeni paylaşma” refleksini ortaya koymaktadır.

Bu bağlamda süreci Foucault ve Gramsci’nin kavramsal çerçevesiyle de anlamlandırmak mümkündür. Foucaultcu analiz, Türkiye’nin yıllardır sürdürdüğü “Türk dünyasının lideri” söyleminin, son dönemde yerini “eşitler arası işbirliği” ya da “bölgesel çok ortaklılık” gibi yeni anlam üretimlerine bıraktığını ileri sürer. Türkiye'nin “dava” olarak sunduğu Kıbrıs meselesi ise artık bu ülkeler tarafından bir “bölgesel kriz” olarak yeniden çerçevelenmektedir. Gramsciyen yaklaşıma göre ise Türkiye’nin ekonomik, askeri ve diplomatik gücünün zayıflamasıyla birlikte hegemonik liderlik iddiası da gerilemiş, bu nedenle “rıza üretme kapasitesi” azalmıştır. Bu durum, daha önce gönüllülükle sürdürülen ittifak ilişkilerinin çıkar temelli tercihlere evrilmesine neden olmaktadır.

 

Türk Cumhuriyetlerinin GKRY ile Teması, Türkiye’nin Jeopolitik Düşüşünün "Kurtluk" Yasasıyla Uyumlu Sonuçlarıdır

DinamikAçıklama
Jeopolitik zayıflamaTürkiye’nin uluslararası sistemdeki baskı ve caydırıcılık gücünün düşmesi
Çıkar temelli yönelimTürk Cumhuriyetlerinin Batı ve AB ile entegrasyon için Türkiye karşıtı pozisyonları benimsemesi
Liderlik krizleriTürkiye’nin bölgesel liderliğinin söylemde kalması, pratikte karşılık bulmaması
Sessiz rızaTürkiye’nin bu hamlelere yüksek sesle karşı çıkamaması (yumuşak diplomatik tepkiler)

Sonuç olarak, Türk Cumhuriyetlerinin GKRY ile temas kurmaya başlaması ya da Türkiye’nin Kıbrıs politikasına mesafeli davranması, Ankara’nın son dönemde yaşadığı jeopolitik düşüşün “kurtluk kanunu” kapsamında doğal ve öngörülebilir bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin uluslararası sistemdeki caydırıcılık gücünün azalması, liderlik iddiasının pratik karşılık bulamaması, bölgedeki aktörlerin çıkar temelli yeni yönelimlere girmesi ve bu eğilimlere karşılık Türkiye’den güçlü bir tepkinin gelmemesi, bu sürecin hem nedenlerini hem de doğasını ortaya koymaktadır.

 

Muhsin HALİS