24 HAZ 2025
Piyasalar

Ankara’nın Suriye Çıkmazı: Kim Ne İstiyor, Kim Ne Yapıyor?

Punto: 18px12px

Washington Şam eksenindeki pazarlıkların SDGyi büyük ölçüde ilgilendirdigi anlaşılıyor. Muhtemelen
Ankaraki hükümetin bilgisiyle yürütülen görüşmelerin son aşamasında Şam sokaklarında bilboard'lara
ABD Başkanı Donald Trump'un resimleri asıldı. Bu ne anlama geliyor? Parayı veren düdüğü çalar mı?
Bal tutan parmağını yalar mı? Mühür kimdeyse Süleyman o dur mu ?
Ankara ile daha uyumlu bir çizgide ilerleyen yeni yönetimle, Türkiye’nin Suriye politikası daha farklı bir
düzlemde şekillendiği izlenimi kimseyi yanıltmasın. Çünkü evdeki hesabın çarşıya Ankara'daki hesabın
da Şam’a uymadığı kısa sürede görüldü.
ABD-SDG arasındaki ensest ilişki maalesef belirleyiciliğini sürdürüyor. Bu reelpolitik durum,
Türkiye’nin Suriye politikasını dar bir çerçeveye dahil edildiğini gösteriyor. Bu nedenle ABD’nin
SDG’ye desteğinin Türkiye açısından yarattığı stratejik sıkışmayı hem de Ankara’daki güvenlik
kurumları arasında Suriye politikasına dair yaklaşım farklarını içeren, daha kapsamlı ve bütünlüklü bir
değerlendirmenin yapılması gerekiyor.
Suriye politikası üzerine geniş açıdan bir değerlendirme
Baba tarafından Irak kökenli Bangladeşli, anne tarafından ise Gürcü etnisitesine mensup, Amerikalı
diplomat (bazılarına göre tescilli CIA ajanı) Joseph Pennington ile evli, ABD merkezli haber sitesi Al-
Monitor'da çalışan Amberin Zaman, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ya da Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT)
Başkanı İbrahim Kalın'ın Abdi ile görüşeceğini iddia etmiş.
Amberin Zaman’ın çalıştığı ve katkı sunduğu kuruluşlardan aldığı, çalışma alanı Ortadoğu ve Türkiye
olan CIA ajanı eşinin verdiği bilgiler onun bu konuda gerçekleşmesi mümkün olaylar örgüsünün ve bilgi
ağının bir parçası olduğunu gösteriyor.
Türkiyeli politikacılar, halkın ilgisizliğini ya da bilgiye erişim konusundaki engelleri adeta bir sis perdesi
gibi kullanıyor. Gerçeği eğip bükmekte, nabza göre şerbet vermekte ustalar. Bugün başka, yarın
bambaşka konuşabiliyorlar; çünkü toplumun hafızasına güvenmiyor, sorgulamayan kalabalıkların
arasında kaybolabileceklerini sanıyorlar. Ama unuttukları ne biliyormusunuz? Emile Zola’nın dediği gibi,
"Gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır."
Amerika Birleşik Devletleri’nin Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) verdiği süreklilik arz eden destek,
Türkiye’nin Suriye politikasındaki en hassas ve kırılgan başlıklardan biri olmayı sürdürüyor.
Washington’un bu yapıya sağladığı askeri ve siyasi koruma kalkanı, Türkiye açısından sadece sahadaki
güvenlik dengesini tehdit etmekle kalmıyor; aynı zamanda Ankara’nın diplomatik manevra alanını
daraltarak, Türkiye’nin terörle mücadele çerçevesinde oluşturduğu uluslararası tezlerin sorgulanmasına da
neden oluyor.

Türkiye'nin Suriye politikasında baskın kurum hangisi ?
Son dönemde ortaya atılan, ABD’nin Türkiye ile SDG arasında arabuluculuk yaptığına dair iddialar, bu
rahatsızlığı daha da derinleştiriyor. Ankara, böyle bir süreci SDG’yi meşrulaştırma çabası olarak görüyor
ve bunu doğrudan ulusal güvenliğine yönelik siyasi bir tehdit olarak algılıyor.

Zira Türkiye için SDG, PKK’nın Suriye kolu niteliğinde bir yapı ve bu nedenle bir terör örgütü. ABD'nin,
SDG’yi meşru bir aktör olarak konumlandırması, Türkiye açısından sadece bir dış politika çelişkisi değil,
aynı zamanda iç kamuoyunda da ciddi bir siyasi baskı konusu.
Bu noktada önemli olan bir diğer dinamik, Türkiye’nin Suriye politikasının yalnızca siyasi iktidarın
merkezinden yürütülmediği; aynı zamanda güvenlik bürokrasisinin farklı kademelerinde farklı öncelikler
ve stratejik bakış açılarıyla şekillendiği gerçeğidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yakın çevresindeki diplomatik kadrolar, yeni Şam yönetimiyle doğrudan
temaslar yoluyla yeni bir denge kurmaya istekli bir yaklaşım sergilerken; Genelkurmay Başkanlığı ve
askeri çevreler daha ihtiyatlı, daha güvenlik odaklı bir duruş benimsemektedir.
Sahadaki askeri dengeleri doğrudan yöneten ordu, SDG’nin tamamen tasfiye edilmeden ya da etkisiz hale
getirilmeden herhangi bir siyasi sürece dâhil edilmesine sıcak bakmamaktadır. Bu çerçevede ordu, “önce
güvenlik, sonra siyaset” yaklaşımını esas alarak sahada daha sert ve sonuç odaklı bir strateji izlemektedir.
Buna karşın Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT), Türkiye’nin Suriye’deki çıkarlarını çok boyutlu bir yapıda
takip eden, diplomatik ve askeri alanlar arasında geçişkenlik kurmaya çalışan daha esnek bir pozisyon
almıştır. MİT, gerek rejimle dolaylı temaslar kurma, gerekse SDG içerisindeki çözülmeleri takip etme
bakımından sahada etkin bir pozisyon elde etmiş; zaman zaman Dışişleri ve TSK arasında köprü rolü
oynamıştır. Bu da Ankara’daki güvenlik mimarisinin tek sesli değil, çok merkezli bir yapıya büründüğünü
ve her kurumun Suriye’ye dair farklı senaryoları masada tuttuğunu göstermektedir.
Dışişleri Bakanlığı ise bu denklemde klasik devlet diplomasisinin sınırları içinde hareket etmeye
çalışmakta, fakat zaman zaman hem siyasi karar alıcılardan hem de güvenlik kurumlarından gelen farklı
baskıların etkisiyle çok net pozisyonlar almakta zorlanmaktadır.
Özellikle ABD ile ilişkilerde oluşan hassas dengeler nedeniyle, hem NATO müttefiki olarak
Washington’la köprüleri atmamak hem de sahada doğrudan Türkiye’yi tehdit eden bir yapıya verilen
desteği dengelemek kolay değildir. Bu da Dışişleri’nin zaman zaman sessiz kaldığı, zaman zaman
çelişkili açıklamalar yaptığı bir duruma yol açmaktadır.
Sonuç olarak, ABD’nin SDG’ye yönelik desteği, sadece Türkiye’nin dış politikasını değil, aynı zamanda
devletin içindeki güvenlik ve diplomasi kurumlarının pozisyonlarını da şekillendiren bir etken haline
gelmiştir. Ankara’nın bu yapıya karşı verdiği mücadele, sadece sahada yürütülen bir operasyonlar zinciri
değil; aynı zamanda içeride farklı güç merkezlerinin koordinasyonuyla sürdürülen karmaşık bir strateji
oyunudur.
ABD’nin arabuluculuk girişimleri, Türkiye açısından kabul edilemez olsa da, bu girişimler Türkiye’nin
uluslararası zeminde güvenlik tezlerini savunmasını daha karmaşık hale getirmekte; özellikle Avrupa
başkentlerinde SDG ile diyalog çağrılarının daha fazla ses bulmasına neden olmaktadır.
Tüm bu gelişmelerin ortasında Ankara, bir yandan kendi güvenlik önceliklerini korumaya çalışmakta;
diğer yandan Suriye’de yeni şekillenen dengeyi kaçırmadan siyasi çözüm sürecine dâhil olmanın yollarını
aramaktadır. Bu süreçte Türkiye’nin en büyük riski, kurumlar arası eşgüdümün zayıflaması ya da
sahadaki kırılgan dengelerin içeride stratejik çatlağa dönüşmesidir.
Dolayısıyla önceki klasik ezberlerin artık bütünüyle geçerli olmadığı bir dönemden söz ediyoruz.
Ankara’nın, bu yeni dönemde hem diplomatik hem de askeri düzlemde daha fazla esneklik kazandığı;
ancak bu esnekliğin devletin bütün kademelerinde aynı şekilde algılanıp uygulanmadığı da anlaşılıyor. 

Bu bağlamda, Türkiye’nin Suriye politikasını sadece iktidar merkezli dış politika okumalarıyla açıklamak
artık yetersiz kalıyor; ordu, istihbarat ve diplomasi gibi çeşitli kurumsal aktörlerin farklı yaklaşımlar
geliştirdiği bir döneme girilmiş durumda.
Türkiye’de SDG’ye ve Mazlum Abdi’ye farklı yaklaşımlar
Türkiye, SDG'yi PKK'nın Suriye kolu olarak nitelendiriyor ve bu nedenle örgütün siyasi ya da askeri
olarak tanınmasına karşı çıkıyor. Mazlum Abdi ile doğrudan ya da dolaylı görüşme iddiaları net bir dille
yalanlanmakta; bu da Ankara’nın kırmızı çizgilerine bağlı kaldığını gösteriyor.
Ancak SDG'nin, Türkiye ile doğrudan ve dolaylı iletişim kanallarının olduğunu söylemesi, sahada
karşılıklı temasların tamamen imkânsız olmadığını, ancak resmiyet kazandırılmadığını düşündürüyor.
Türkiye, bu temasların ifşa edilmesini istemeyebilir; çünkü iç kamuoyu ve güvenlik politikası açısından
PKK ile ilişkilendirilen bir aktörle müzakere, siyasi maliyet doğurur.
ABD’nin arabulucu rolüne soyunması, Türkiye açısından diplomatik alanda manevra alanını daraltıyor ve
kendi güvenlik tezlerini Washington'a kabul ettirmesini zorlaştırıyor. Türkiye’deki iktidar SDG ile Suriye
ordusu arasında yapılan entegrasyon anlaşmasını destekliyor görünse de bu sürecin ağır ilerlemesi ve
Abdi’nin “siyasi adem-i merkeziyetçilik” söylemleri, Türkiye için tehlike sinyali anlamına geliyor. Çünkü
bu, Suriye'nin kuzeyinde yeni bir ‘fiili yapı’nın kalıcılaşması demektir.
SDG ile Şam arasında imzalanan entegrasyon anlaşması, Türkiye’nin istediği sonucu doğurabilir gibi
görünse de, SDG’nin oyalayıcı tavırları ve federal/özerk yapı talepleri, sürecin Ankara lehine gelişmesini
engelliyor.
Türkiye, SDG'nin dağıtılmasını, yabancı savaşçıların çıkarılmasını ve Suriye ordusuna entegrasyonu
savunuyor. Türkiye, Suriye'de sahadaki kontrol alanlarını korurken diplomatik düzlemde hem SDG’nin
otonomi planlarını hem de ABD’nin arabuluculuk çabalarını baskı altına almaya çalışıyor. Bu o kadar da
kolay değil.
Nitekim SDG'nin Şam ile yaptığı anlaşmayı oyalama taktiğiyle geciktirmesi ve ABD'nin destek
pozisyonunu sürdürmesi, Türkiye'nin işini zorlaştırıyor. Şu aşamada Türkiye, SDG'nin özerklik hayalini
engellemek ve Suriye'nin kuzeyinde fiili bir “Kürt devleti” oluşmasını önlemek için hem askeri hem
diplomatik baskıyı artırıyor.
ABD'nin SDG'ye verdiği destek, Türkiye’nin en büyük rahatsızlık noktalarından biri olmayı sürdürüyor.
Washington’un, Türkiye ile SDG arasında arabuluculuk girişiminde bulunduğu iddiası, Türkiye için, bir
yandan ABD'nin SDG’yi meşrulaştırma çabası olarak algılanırken, diğer yandan uluslararası zeminde
Türkiye’nin güvenlik tezlerinin sorgulanmasına yol açıyor.
Suriye'deki yeni yönetimin Baas rejiminden farklı olarak Türkiye’ye karşı daha yapıcı, daha diyaloğa açık
ve bölgesel istikrarı önceleyen bir duruş sergilemesi, Ankara açısından önemli bir fırsat görülüyor.
Suriye’de Ahmet el Şara liderliğinde şekillenen yeni yönetim, ülkenin kuzeyindeki ABD destekli SDG ile
doğrudan çatışma yerine, sınırlı işbirliği ve yerel düzeyde uzlaşı arayışını önceleyen bir politika
benimsemektedir. Bu yaklaşım, Türkiye'nin terörle mücadele ve sınır güvenliği konusundaki
beklentileriyle tam anlamıyla örtüşmese de, sahada istikrarlı bir denge kurulması adına Ankara tarafından
dikkatle izlenmektedir. Şam yönetiminin fiilî özerklik eğilimlerine karşı merkeziyetçi duruşunu koruması
ise, uzun vadede Türkiye ile diplomatik normalleşme sürecinin önünü açabilecek ortak bir zemin olarak
değerlendirilmektedir.

Ankara kalesinde kaç pencere var?
Ancak işin kritik tarafı şu: Ankara'da bu yeni süreci herkes aynı pencereden okumuyor.
Cumhurbaşkanlığı çevresinde, özellikle Erdoğan’a yakın diplomatik ve siyasi kadrolar, bu yeni durumu
pragmatik bir açılım fırsatı olarak görürken, güvenlik bürokrasisi içinde – özellikle ordu kanadında – daha
temkinli, daha ihtiyatlı bir yaklaşım dikkat çekiyor.
Genelkurmay Başkanlığı ve Suriye sahasında aktif olan bazı komutanlıklar, SDG ve PKK unsurlarının
tamamen ortadan kaldırılmadan atılacak siyasi adımların, kalıcı bir çözüm yerine sahada yeni karmaşalara
yol açabileceğini düşünüyor. Yani "önce güvenlik, sonra siyaset" yaklaşımı, askeri bürokraside hâlâ
baskın.
Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) ise bu iki görüş arasında denge kurmaya çalışan, sahadaki gerçeklerle
diplomasinin beklentilerini eşzamanlı götürmeye çalışan bir konumda duruyor. MİT, yeni Suriye
yönetimiyle teması erken aşamalarda başlatan ve bu süreci zamana yayarak Türkiye'nin pozisyonunu
güçlendirmeye çalışan bir yapı olarak öne çıkıyor. SDG ile ilgili olası müzakereler, bu bağlamda
tamamen dışlanmasa da MİT ve Dışişleri’nin farklı dozlarda yaklaştığı bir konu haline gelmiş durumda.
Bir başka önemli fark da şu: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasal dili hâlâ sert ve kararlı bir güvenlik
söylemi etrafında şekillenirken, diplomatik kanatlar daha esnek, zamana yayılmış ve çözüm odaklı bir
üslubu tercih ediyor. Bu da Ankara'da kurumsal düzeyde örtük bir stratejik yaklaşım farkının olduğunu
gösteriyor. Erdoğan’ın içerideki sert güvenlik retoriğini sürdürmesi kaçınılmaz görünürken, bürokrasinin
bazı unsurları daha "yeni denge" arayışlarına yöneliyor.

Sonuç olarak, Türkiye’nin Suriye politikası artık klasik düşmanlık veya dostluk ikileminin ötesine geçmiş
durumda. Yeni Suriye yönetimiyle birlikte Ankara için hem askerî hem diplomatik açıdan yeni bir oyun
sahası açılmış durumda. Ancak bu sürecin ne kadar sağlıklı ve eşgüdümlü yürütüleceği, Ankara’daki
kurumlar arası uyuma bağlı.
Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri, MİT ve TSK arasında belirginleşmeye başlayan yaklaşım farkları, bu
sürecin en zayıf halkasını oluşturuyor. Eğer bu farklılıklar stratejik bir koordinasyonla yönetilmezse,
sahadaki kazanımların kalıcı siyasi çözüme dönüşmesi de o denli zor olacaktır. Özellikle SDG’nin
geleceği, Türkiye-Suriye normalleşmesinin rotasını belirleyecek temel başlık olmaya devam edecektir.

Gerekçeli Kaynakça
https://ctc.westpoint.edu/turkeys-tangled-syria-policy/
https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/syria/080620252
https://arabcenterdc.org/resource/confusion-in-turkeys-regional-foreign-policy/
https://web.archive.org/web/20200925004503/http://uplbooks.com.bd/outlets
https://www.enphaber.net/israil-turkiyeye-sart-kostu-suriyede-askeri-us-yok/322
https://www.mirahaber.com/abd-teyit-etti-sdgye-verilen-destek-surecek-1526100.html?
https://x.com/Milli_direnis/status/1931419952541491362?t=e261MuYNia8OAMbADVzAsA&s=19
https://medyascope.tv/2025/05/30/iddia-ibrahim-kalin-veya-hakan-fidan-samda-mazlum-abdi-ile-gorusecek/