Dinle
Aslında yazı başlığımız bu değil idi. Başlığımız 114 sene önce yani 1911’de, Şam’da İslam
dünyasının temel, sosyolojik sorunları hakkında verilen ve 45 sene sonra 1955’te
genişletilerek Türkçeye çevrilen Hutbe-i Şamiye isimli kitabın analizi idi. Daha doğrusu, o
hutbenin yazarı olan Bediüzzaman’ın vefatının 65. sene-i devriyesi münasebetiyle Onu
Anmak ve Anlamak idi başlık. Fakat iki saatlik bu panelden ve tebliğlerden çıkan net mesaj,
İslam Dünyası Neden Adam Olamadı meali idi. Buna rağmen, asıl neden (ki o hutbede o
neden tekrarla geçiyor) bulunamadı.
Ben burada tarafsız bir rapor tutarak, hem o temel nedene ve nasıl çözüleceğine değineceğim.
Hem de bu Panel münasebetiyle toplumumuza zengin içerikli bir yazı sunmaya çalışacağım.
Fakat bu rapor ve bu yazının anlaşılması için, önce bu gibi panelleri düzenleyen dindar
çevreleri ve bunların din-bilim barışı konusundaki açmazlarını anlamak için birkaç cümleyle
bazı hatırlatmalar yapmak lazımdır. Şöyle ki:
1- Bu Paneli düzenleyen kurum, Üsküdar Üniversitesi idi. Bu Üniversitenin en baştaki amacı,
İslam dünyasında hatta bütün dünyada din-bilim barışını sağlamaktır. Bu Üniversitenin
kadroları, başta Kurucu Başkan Nevzat Tarhan Bey olmak üzere çok fedakâr ve adanmış
insanlardır. Onlarda maddi çıkar diye bir düşünce hiç olmuyor. Onlar sürekli bu tip aktiviteler
düzenliyorlar. Fakat ana amaçlarından çok uzaktalar. Çünkü bugün on bin cümle ve metinde
bilimler, dini konular ile çelişiyor. (Dış anlam itibarı ile.)
2- Bediüzzaman 114 sene önce, bu çelişkiyi kökünden çözecek temel bir kitap (Muhakemat)
yazdı ve onda en başta temel bir kural koydu. Bu kural, din ile bilimin barışık olduğu Abbasi
döneminden gelme idi. “Akıl ve nakil yani bilimler ile dini metinler çatışırsa, akıl (bilimler)
esas alınır; nakil (dini metinler bilimsel karineler desteğinde) tevil edilir, yani yorumlanır.
Fakat o akıl, akıl olsa gerek: (Yani Ahmed’in Mehmed’in aklı değil de insanlığın aklı olan
fenlerin kesin bilgileri ise; İşaratül-İ’caz, 21. Ayet Tefsiri”)
Bediüzzaman bu kitabı yazdı; bu kuralı da getirdi ve 20-30 örnek de yaptı. Fakat Cemaat, bir
adım dahi ileri gitmiyor. Yüz yıl önceki seviyede kalıyor. Sizin bileceğiniz, ezber ve taklitten
öteye geçemiyor. Kemalistlerin, Mustafa Kemal’den bilim, sanayi ve medeniyet dersi
alacağına sürekli onun getirdiği yasaklarda boğuldukları ve onun şahsiyetini tükettikleri gibi;
Nurcular da sürekli, Bediüzzaman’ın dehasını ve büyüklüğünü tüketiyorlar. Hiç üretim yok.
3- Çünkü, bilimsel bir kafaya sahip olmak için çok iyi derecede dile hâkim olmak, yani edebi
bir eser yazabilmek ve tıp amfisinde Fizik, Kimya ve Biyoloji derslerini, şimdi de Yazılımı iyi
derece takip edebilmek ve özgür düşünmek yani aklı kimsenin cebine koymamak seviyesi
gerekiyor. Maalesef bu seviye Türkiye’de ne solcusunda ne de muhafazakârında oluşmuyor. 2-Bu seviye, Osmanlının Tanzimat sonrası bilim ehlinde ve bilimleri kabul eden din
adamlarında vardı. Fakat o zaman bilimler hem çok az gelişmişti hem de çoğunlukla
materyalizm tarzında algılanıyordu. Yoksa o dönemin Osmanlıcası yapı itibarı ile, geçmiş-
gelecek bütün dillerden daha zengin idi.
4- Evet, biz bugün dil fakiriyiz. Mesela o Hutbe-i Şamiye: Bediüzzaman’ı Anma ve Anlama
Panelinin flaş sloganı onun şu cümlesi idi: “Üç düşmanımız var: Cehalet, zaruret ve ihtilaf.
Bu üç düşmana karşı, marifet, sanat ve ittifak silahı ile savaşacağız.”
Ben tahmin ettim, dinleyicilerin hiçbiri bunu tam anlamadı. Çünkü oradaki cemaat, zaruret
kelimesinden, aşırı çökertici fakirlik değil de zorunlu haller ve durumlar diye anlıyordu.
İhtilaf kelimesinden de siyasi olan aşiretler ve kavimler arası kavgayı değil de günlük tartışma
diye anlıyordu. Hiç kimse, marifetin eğitim demek olduğunu bilmiyordu. Nitekim Cemaatin
hazırladığı sözlüklerde bu kelime asla eğitim manasında geçmiyor. Sanat kelimesinden ise,
müzik, sinema ve romanlar gibi şeyler anladılar. Hiçbiri hatta panelistler bile, burada sanattan
maksat sanayi demektir. Sanayi fakirliğin ilacıdır, demedi. İttifak kelimesinden de aşiretler ve
Türk-Kürt arası ittifak değil de normal bir uyum anladı.
5- İşin acı tarafı, bu cümle Hutbe-i Şamiye'de geçmiyor. 1908’ de, Kürtleri Meşrutiyete
entegre etmek için onlara hassaten söylenilen bir nutukta geçiyor Nitekim bu cümle, Araplara
ve Türklere hiç hitap etmiyor. Çünkü bu iki millet, cahil, fakir ve birbiriyle kavgalı değildir.
Ayrıca Bediüzzaman Araplara ve Türklere, Üstadımız ve aklımız diyor.
Panelde her birisi diğerinden daha değerli ve pırlanta gibi altı Profesör konuştu: Konuşmalar
çok faydalı idi; her şeyden önce çok samimi idiler.
A- Prof. Dr. Ruhi Yavuz. Çok güzel bir giriş yaptı. Sonra Batı medeniyetine habis (pis) dedi.
Ve örnekleme için de Gazze’yi gösterdi.
Fakat bu iki nokta, Bediüzzaman’ın iman hizmetinden sonra en çok üzerinde durduğu şu
müsbet hareket ilkesine yüzde yüz zıttır. Bediüzzaman ta 1911’de Münazarat’ta diyor ki: “Bu
asır şiddet ve silah asrı değildir. Kim kılıç kullansa önce kendi yetimlerinin başını kesmiş
olur.”
O Yeni Said olarak da bu pozitif (müsbet) yaklaşımı o kadar önemsedi ki tam 120 mektup
yazdı Lahikalarda. Bunlardan biri şudur:
"Bu defaki küçük müdafaatımda (12. Şua isimli Savunmamda) demiştim: Risale-i Nur’daki
şefkat, vicdan (dengeli algı), hakikat (bilimsellik), hak (hukuk), bizi siyasetten menetmiş
(engellemiştir). Çünkü masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. (Sen dini siyasete
alet ediyorsun diye idamla yargılanıyordu. Buna karşı o böyle demişti.)
Bazı zatlar bunun izahını istediler. Ben de dedim: Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten
neşet eden (ortaya çıkan) hodgâmlık (bencillik) ve asabiyet-i unsuriye (ırkçılık) ve umumî
harpten (her iki dünya savaşlarından) gelen istibdadat-ı askeriye (militarizm) ve dalaletten
(sapıklıklardan) çıkan merhametsizlik cihetinde (yönünde) öyle bir eşedd-i zulüm (zirvede bir
dengesizlik) ve eşedd-i istibdat (zirvede baskı) meydan almış ki ehl-i hak, hakkını kuvvet-i
maddiye (maddi güçle) ile müdafaa etse (savunsa): Ya eşedd-i zulüm (zirve bir zulüm) ile tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da azlem (en büyük zalim) olacak
veyahut mağlup (yenik) kalacak.
Çünkü mezkûr hissiyatla (yukarıdaki duygularla) hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki
adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi (sıradan) bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i
hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır,
mağlup vaziyetinde kalır.
Eğer mukabele-i bi’l-misil kaide-i zalimanesiyle (misliyle karşılık verme zalim kuralıyla) o
ehl-i hak (haklılar) dahi bir ikinin hatasıyla (yanlışı yüzünden) yirmi otuz bîçareleri ezseler, o
vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler. İşte Kur’an’ın emriyle, gayet şiddetle ve
nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur.
Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.
Hem madem her şey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet
ise rahmete kalboluyor (dönüşüyor); elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz
(susarız). Zor (kaba güçle) ile icbar ile sükûtumuzu (sessizliğimizi) bozdurmak ise insafa,
adalete, gayret-i vataniyeye (vatanseverliğe) ve hamiyet-i milliyeye (milliyetçiliğe) bütün
bütün zıttır, muhaliftir.
Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idare ve inzibatın ve adliye ve
zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükûmetin müdafaa
edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak (hiçbir kutsalın
olmaması) ve dehşetli bir taun-u beşerî (insanların eliyle oluşan bir kolera) olan ve
maddiyyunluktan (materyalizmden) gelen zındıkanın (ateist akımın) taassubuyla
(tutuculuğuyla), bir kısım gizli zındıklar (ikiyüzlü dinsizler) şeytanetiyle (yanıltmalarıyla)
bazı resmî memurları aldatarak evhamlandırıp aleyhimize sevk etmek var.
Biz de deriz: Değil böyle birkaç vehhamı (evhamlıyı), belki dünyayı aleyhimize sevk etseler,
Kur’an’ın kuvvetiyle, Allah’ın inayetiyle kaçmayız. O irtidadkâr küfr-ü mutlaka: o zındıkaya
(önce Müslüman olup da bütün kutsallarını yitiren dinsiz akıma) teslim-i silah etmeyiz!" (12.
Şua)
Bediüzzaman Batı Medeniyetini bazen eleştiriyor. Ama başta Nutuk ve Makalelerde ve daha
sonra Lahikalarda onları övüyor. Kendine hedef yapıyor: Bu konuda şöyle bir not yazmıştım,
üç sene önce:
[Önemli Bir Hatırlatma: Bediüzzaman’ın bu medeniyetler mukayesesi, tam olarak Sanayi
çağının başından ta 2. Dünya Savaşının sonuna kadar geçerlidir. Ondan sonra Avrupa bazı
yanlışlarını anladı, düzeltmeye gitti. Ama henüz tam değil. Ne zaman İslam- Hristiyan Barışı
ve Din-Bilim Barışı sağlansa o zaman tam olur.
Mesela; bugün Avrupa’da ırkçılık tamamen yasaktır. İnsan Hakları esastır, Din ve Vicdan
Hürriyeti esastır, aşırı zengin olmak yani karteller yasaktır. İşçi hakları yüksek seviyededir.
Emeklilik ve sigorta rahatlığı var. Enflasyon yok hükmünde, dolayısıyla faizler önemsiz bir
değerdedir. İnsanî yardım kurumları çok fazladır. Teknolojik rahatlıklar, herkese bir saadet
getirmiştir. Kim güçlü ise değil de asla çiğnemedikleri Anayasaları var ve Evrensel Hukuk
ilkeleri geçerlidir. Dolayısıyla bazı Müslümanların, ilmi, bilimleri, özgür düşünceyi, aklı esas
almayan bugünkü dinî anlayışları ile Avrupa medeniyetine meydan okumaları ve bunun için silahlı kuvvetler hazırlamaları ve bazen de teröre başvurmaları, öyle sosyolojik bir kanserdir
ki, ilacı asla bulunmaz.]
B- Prof. Dr. Hüseyin Abdülhadi. Bu zat, liseye kadar Suriye’de okumuş, daha sonra Baas
Partisinden kaçıp son kırk beş yılını Suudi Arabistan’da geçirmiştir. Hutbe-i Şamiye'yi meal-i
zahirisiyle özetledi. Baas Partisini laik bir zihniyetten daha fazla din düşmanı ve
Müslümanlara asla hayat hakkı tanımayan bir rejim olarak gösterdi. Kendisinin
Bediüzzaman’a bağlı olmakla iftihar ettiğini söyledi. Fakat burada beş yanlış yaptı.
Evvela Baas, laik bir parti idi, Onun gibi ve ondan üç kat daha fazla Nurcu olan Said
Ramazan Buti’ye onlarca ödül ve imkân verdi. Suriye Diyanet Reisi Nakşi bir Kürt idi, çok
güzel bir şekilde müritlerini organize ediyordu. Suriye’de din dersi zorunlu idi. Bundan ayrı
olarak her şehir ve kasabada dini kolejler eğitim yapıyordu. Galiba Hüseyin Abdülhadi Hoca
çok erken yaşta İhvan-ı Müslimin örgütüne katıldığı için Suudi Arabistan’a kaçmak zorunda
kalmıştır. O zaman Suudiler İhvana sahip çıkıyordu.
Abdülhadi Hoca, yeryüzünde bütün sistemler ve felsefeler çökecek; tek hâkim Kur’an
kalacak, diye birkaç kere tekrar yaptı. Fakat bu sözün altını dolduramıyordu. Anlaşılan diğer
ihvanlar gibi Selefiliği ve Vehhabiliği kabullenmiştir. Maalesef Suriye’nin bugünkü yapısı da
alimleri de fen ve tıp okumuşları da iman ve İslam Pratiklerinde selefidirler. Cihatçıdırlar. Fen
ve çağdaş eğitimi kabul etmedikleri için başkasına kolay kolay yaşama hakkını da
tanımıyorlar. Evet, bu inanç biçimi, başta Kur’an’a ve bilimlerle ilgili hadislere aykırıdır.
Hoca, Nisa 123-124. ayetleri de tersyüz etti; şöyle ki: Ayet Medine’de nazil olmuştur. Ne
müşrikler ne de Yahudi ve Hristiyan olan ehl-i kitap, Müslümanların dinini kabul etmiyordu;
Müslümanlar ahirette kurtulamayacaklar, diyorlardı. Ayetler onlara cevaben dedi ki: “Ey
müşrikler, kurtuluş ne sizin ne de ehl-i kitabın arzusuna göre değildir. Kim Allah’a ve ahiret
gününe tam inansa ve yararlı işler yapsa işte gerçek kurtulanlar böyleleridir.”
C- Prof. Dr. Nevzat Tarhan. Nevzat Tarhan Hoca, melek ruhlu, fedakâr ve çok gayretli bir iş
insanıdır. Fakat başta söylediğimiz üçlü sisteme sahip olmadığı için, iyi bir bilim adamı
değildir. Mesela Psikolojik Bilgelik kitabında, Havva’nın Âdem kaburgasından yaratıldığını
yazabilmiştir. Din- Bilim barışı için Gazali’yi örnek veriyor. Ama zaten Gazali sayesinde
İslam dünyası bu barıştan mahrum kalmıştır. Yoksa Abbasi döneminde durum iyi idi.
Gerek Nevzat Hocanın ve gerek kurduğu Üsküdar Üniversitesinin örneği, yarısı dolu yarısı
boş bir bardak gibidir. Maalesef başta değindiğimiz üçlü sistem onlarda olmadığı için, bardak
bir türlü taşmıyor. Dolayısıyla onlarda din-bilim sürekli çatışma halindedir. Ayrıca dil ve
altyapı yetersizliğinden, bu Din-Bilim Barışı için üç yüz kural ve kaideyi içeren Muhakemat
kitabını da anlamıyorlar. Nitekim Cemaatten iki Profesör zat, bu kitabı şerh etti, ama hiç
anlamadıkları görüldü. 50 A4 sayfalık raporlarımla, bu anlaşılmamayı belgeledim.
Nevzat Tarhan Hocanın, Osmanlı 500 senedir yattı, sözü de yersizdir. Çünkü o söz Kürtler
içindir sadece. Nevzat hocanın bilimsel bir kafaya sahip olmadığını Said Nursi’nin şu gelen
sözü çok güzel özetliyor: “Lafız, meale, meal manaya, mana harici (dış) manaya perde olduğu
gibi, kuvvet (enerji) de kudrete (İlahi bilinç ve yazılıma) perde olmuştur diyor.” Demek
istediğim Nevzat Tarhan Hoca, Hermenötik dil ve metaforları bilmediği gibi, Ontoloji ve
Epistemoloji disiplinlerinden de habersizdir. Kelam literatürüne ve ilmihal bilgisine göre ötelerde çok çok uzaklarda bir Tanrı tahayyülünde olduğundan, yazdıklarının çoğu çocuk
seviyesinde bir mantaliteye sahiptir. Nitekim çoğu zaman işi yazılımla izah etmeye
çalışmasına rağmen bu mantaliteye yenildiği için başarılı olamıyor.
D- Prof. Dr. Âdem Ölmez. Âdem Hoca gerek Şam şehri ve gerek Urfa şehri hakkında çok
değerli bilgiler verdi. Ama Bediüzzaman’ın neden ısrarla Urfa’da ölmek istediğini anlamadı.
Evet, Bediüzzaman, 1900’den ta 1960’a kadar bu Din-Bilim barışı olmadan ne Türkler ne
Araplar ne de Kürtlerin adam olmayacağını çok erken yaşta öğrenmişti. Altmış sene bu
davayı takip etti. Vefatına yakın buna değindi. Nur Talebelerinin Urfa’da bir üniversite kurup,
gelişen yeni bilimsel verilerle bu barışı sağlayacağını umut etti. Onun için, Urfa’nın Nurcular
merkezi olmasını ve orada, Türk, Arap ve Kürtlerin barışabileceğini bekliyordu. Fakat
Alparslan Türkeş, onun hem kabrini kırdı hem onun bu iki umudunu kırdı.
Âdem Hoca iyi bir tarihçidir. Fakat diğer Tarihçiler gibi, İttihat-Terakki konusunda çuvalladı.
Birçok tarihçi, Kemalistler ile İttihatçıları karıştırıyor. Ana hedef olarak İslam Birliğini esas
alan gerçek İttihatçılarla Mason olanlarını bir birbirine karıştırıyor. Evet, İttihatçılar, 30 sene
içinde üç yüz yıllık maceralar yaşadı. Her şeye rağmen Bediüzzaman onları hiç bırakmadı;
Hutuvat-ı Sitte eserinde değindiği üzere, İngilizlerin kendi adamlarını içlerine soktuğunu,
biliyor, bazılarının Mason olduğunu söylüyor. Ama Osmanlının ve İslam’ın modernleşmesi
için onlara karşı hiç olmadı. Onun bu amacını bir sene önce şöyle özetlemiştim:
“İttihad-ı Milli ve Muhabbet-i Milli farkı şudur: 1908’de Meşrutiyet ilan edilince, Türk, Kürt,
Arap, Arnavut gibi her kavim, kendi milleti için birbirini kardeş gibi sevip, dil, kültür ve yerel
yönetimde özgür olacak idi. Bu yerel sevgi ile iç adavet ve vahşetten her millet kurtulacak idi.
Bunun adı Muhabbet-i Milli idi. Sonra bu 42 millet Osmanlı İttihadı olarak İttihad-ı Milliyi
oluşturacaklardı.
Bediüzzaman bu farkı ve bu önemli hayati meseleyi Hürriyete Hitap Nutkunda "Meşrutiyetin
birinci kapısı Muhabbet-i Millidir. İkinci Kapısı ise İttihad-ı Millidir. Hep beraber girelim,
dedi. Ama anlaşılmadı. Maalesef bunun gibi Risalelerde sosyal ve bilimsel yedi bin kavram
var. Nurcular hiçbirinin manasını bilmiyor. Evet, İttihatçılar Osmanlıyı bilimde, medeniyette
ve savunmada tam modernleştirecek iken; İngiltere, Balkan kavimlerini tahrik etti. Osmanlı
yenileniyor. Siz istiklaliyetinizi şimdi elde etmezseniz daha sonra hiç elde edemezsiniz, diye
meşhur Balkan Savaşını çıkardı. Bununla da Osmanlı tam bitmeyince, Birinci Dünya Savaşı
ile bitirdiler. Yoksa şimdi ABD yerine Ortadoğu milletleri olacak idi. Ne Kürt ne de Filistin
sorunu ve ne de Sünni- Şii kavgaları olacaktı.” (Bakınız: Taha Akyol Balkan Savaşı
Belgeselleri.)
Âdem Hoca bu sosyal ve siyasal yapıyı ve bu stratejiyi bilmediği için, Abdülhamid
döneminde hiç toprak kaybedilmedi, İttihatçılar döneminde hep kayıp yaşandı, dedi. Fakat
yanılıyor. Şimdiki Türkiye toprakları kadar, Abdülhamid döneminde toprak kaybedilmiştir.
Başta Mısır ve Kıbrıs olmak üzere.
E- Prof. Dr. İshak Özgel. İshak Hoca tefsir uzmanı olduğu için onun tebliği, Hutbe-i
Şamiye'nin Kur’ani Dayanakları idi. İshak Hoca, son derece ilmi ve Kur’ani bir vaaz verdi.
Bana, keşke camilerimizde böyle vaazlar her zaman olsaydı dedirtti. Fakat, İslam dünyasını
geri bıraktıran Din-Bilim çelişkisi hakkında bir çare üretemedi. Hoca iki sefer dönüp sordu;
bu değerli Hutbede neden iki ayetten, bir hadisten fazla metin yok diye sordu. İşte onun cevabı şudur: Bediüzzaman, “Lafız, meale; meal, manaya; mana, harici (dış) manaya perde
olduğu gibi, kuvvet (enerji) de kudrete (İlahi bilinç ve yazılıma) perde olmuştur” diyor.
Evet, İslam alemi özellikle İlahiyatçılar bu perdelerde kalıyorlar. Kur’an’ın asıl manası olan
kainattaki realitelere geçemiyorlar. Halbuki Bediüzzaman, bir veya yarım ayeti başa koyar,
geri kalanı lafzi ve meali Kur’an’dan değil de Kâinat Kur’an-ı Kebirinden anlatıyor. Nitekim
bu Kur’an’ın bilimlerle çelişen hiçbir tarafı yoktur. Çelişen sadece lafızlar ve meallerdir
demek istiyor. Evet, Hutbe-i Şamiye, Kâinat kitabının Sosyoloji ve Psikoloji bablarını
anlatıyor. Onun için İshak Hoca bunu Kur’an’da tam bulamadı. İshak Hoca, ahlakla ilgili
hadisin de neden bu Hutbenin başında sadece yer aldığını anlamadı. Şöyle ki:
İslam kelimesinin kökü, silm kelimesidir. Bu ise soyut mana ve deyim olarak, barış demektir.
Somut manası da merdiven demektir. Çünkü merdiven, aşağı ile yukarıyı birleştirip
barıştırıyor. İslam kelimesi, İf’al kalıbının altı manasından en çok kullanılan, kök kelimeleri
geçişli (müteaddi) yapmaktan, barıştırma demek oluyor. Peki neyi barıştırıyor? En başta fakir
ve zengini, soyut ile somutu, doğu ile batıyı, Musa ile İsa’yı, toplum ile bireyi, madde ile
manayı, dünya ile ahireti, kadın ile erkeği ve en önemlisi de iman ile bilimleri barıştırıyor.
Sosyal hayat sözü edilince dinlerden söz etmemek, elde değildir. İşte varlıktaki üçlü sistem
gereği, dinler de üç yöntem üzere gitmişlerdir. Toplum çok dağınık ve fakir kalmışsa, ona
devleti ve zenginliği tavsiye eden bir din gelir. Mesela Yahudilik böyle bir dindir. Toplum çok
zengin ve materyalist ise İsa gibi saf ruhaniliği tavsiye eden bir peygamber gelir. Veya bu iki
yöntemin birliği ihmal edildiği için gerçeklik ve güzellik görünmediğinden, onları birleştiren
İslam gelir. İslam, kelime olarak, bütün farklı yapıları birleştiren ve barıştıran demektir. Bir
sene önce Hz. Muhammed’in bu orta yol (sırat-ı müstakim) yöntemini, şöyle özetlemiştim:
Onun Yöntemi, Kur’an’ın, hayatı boyunca yüzlerce yüksek ahlakı yaşayan Hz.
Muhammed üzerinden anlattığı ahlaktır. Kur’an, ona, Yasin ve Kalem surelerinin
başlarında: Sen büyük ahlak üzeresin, diyor. Büyük deyince, herhalde kilo veya
metre olarak büyüklük kastedilmiyor. Demek burada büyüklük, ifrat ve tefrit, yani aşırı
gitmekle geri kalmak arasında oluşan gerçek ahlak demektir. Büyüklük özellikle azim
kelimesi, somut ve gerçekten yaratılmış şey demektir.
Dolayısıyla büyük ahlak, bu nitelikleri taşıyan ahlak manasında olduğundan eminiz.
Evet somut yaratılış, artı ve eksinin ortası yani dengesi demektir. Bahar, yaz ve kışın
ortası olduğu için büyüktür ve güzeldir. Aile, kadın ve erkeğin dengesi olduğu için
önemlidir ve hayatın arşıdır.
Hz. Muhammed, bütün hayatında hiç uçlara uğramadı, hep denge ve orta yolu seçti.
Zaten, getirdiği dinin ismi de İslam’dır. İslam, başta ruhanilik ve devlet ile bilim ve
imanı barıştırmak olmak üzere bütün zıtları barıştırıp, dengeleyip hayatı bir bahar
yapmaktır. Bu ahlak o kadar önemlidir ki, Kur’an'da, Allah dahi sırat-ı müstakim (orta
yol) üzeredir, diye ifade ediliyor. (Hud, 56) Evet, Allah için, yaratmak çok kolaydır.
Çünkü sadece dengelemekle kainatlar yaratılıyor. Ve onların küçük modelleri olan
beyinlerimiz çalıştırılıyor. Hz. Muhammed’in ibadet şekli olan namaz da bu dengeyi
pratize ediyor. Kur’an, Namaz, fahşa ve münkerden (ifrat ve tefritten) alıkoyar, diyor.
(Ankebut, 45) Kur’an’da, bu evrensel yaratılış formu olan denge ve barışı anlatan yüz
küsur ayet var.
Maalesef, bu denge ve barış ahlakı İslam’ın temel ve birinci konusu iken, Müslüman
ahlakçılar bunu Kur’an’dan değil de fazilet ve ihlas yerine iyiliği ahlak motivasyon
aracı olarak gösteren Aristo’nun İfrat ve Tefrit (aşırılık ve gerilik) ortasını anlatan
Etika’sını esas almışlar. Nihayet 1916'da Birinci Dünya Savaşında Bediüzzaman,
bunu Kur’an’a dayandırdı: Aşırı zekâ ile ahmaklığın ortası olan hikmet ve anlayışı,
saldırganlık ve korkaklık ortası olan cesareti, şehvet düşkünlüğü ile sönüklüğün ortası
olan iffeti buldu. İslam Ümmetinin bir ayıbını kapatmış oldu.
Evet, hakikat, dengededir. Güzellik, dengededir. Dolayısıyla, dengeli dünyaya ve
Biyosfere âşık olunuyor. Onun için Hz. Muhammed’e özellikle Allah’ın sevgilisi
denmiştir. Kur’an bunu şöyle açıklıyor:
Al-i İmran suresi, ayet 31 ve 32 şöyle diyor:
“Qul (vahiy diliyle de ki:) Eğer Allah’ı seviyorsanız, ben Muhammed’e uyun, Allah da
sizi sever. Yani eksiklerinizi siler (mağfiret), size rahmet (başarı) verir. (31)
Bana tabi olmak demek, başta sonsuzluk ve sınırlılık, evrensel ve lokal değerlere
uymanız demektir: Yani Allah’a ve elçisine itaat edin. Eğer dönüp kaçarlarsa hiç
şüphesiz Allah, gerçekleri örten kafirleri sevmez: Yani onları başarılı kılmaz. (32)
Bir Not: Devlet, beş ana direk ve onların dengesinden ibarettir. Yani devlet, hukuk
ve hakikat olan adalet üzere yaşar: Serbest Piyasa, Yasama erki, İcra erki, Yargı erki
ve Kamuoyu kontrolü. Bu sonuncusunu genellikle basın yapar. Serbest piyasada ve
basında kartelleşme olursa yargı müdahale eder. Batı devletlerinde gördüğümüz gibi.
İşte eğer bu direklerden biri eksik veya yanlış yerde ise o devlet yıkılmaya mahkûm
olur. Veya hak, hukuk ve ahlak yok olur, sınırsız bir zulüm baş gösterir; insanlar
hayatın anlamını kaybeder. Dolayısıyla onların devleti de yıkılır. Çünkü Hadis var.
Dinsizlik devam eder, fakat zulüm devam etmez.
İşte Hz. Muhammed’in, "Ben sadece güzel ahlakı tamamlamak için geldim." sözünün
manası budur. Fakat maalesef, ahlak sadece hoşgörülü ve nazik davranmak diye
biliniyor.
F- Prof. Dr. Ahmet Yıldız. Kâinat kitabından Sosyoloji babına tam hâkim. Hutbe-i
Şamiye'de vurgulanan Sosyolojik bilgilerin nasıl pratize edileceğini çok güzel anlattı.
Fakat çok hızlı geçtiği için not edemedim. İnşallah bir daha videoyu dinleyeceğim.
Bununla beraber şu noktayı anladım; bilimsel ve sağlıklı bir Sosyoloji ve altyapı
olmadan ne din ne ekonomi ne de siyaset tam oturmaz. Bu güzel nokta ile beraber üç
tane de yanlış yaptı.
- İttihat-Terakki konusunda Âdem Ölmez Hocanın düştüğü aynı yanlışa o da düştü.
Demek Risale-i Nur'a tam hâkim değildir.
- Dini metinlerin yorumunu bilmediği ve epistemolojik ve ontolojik bir birikime sahip
olmadığı için, fen bilimlerini suçladı.
- Batının, İslam dünyasının geri kalışının sebebi olarak dini göstermesini reddetti.
Halbuki Batı, dinden, sadece meal-i zahirîyi biliyor. Nitekim bizi geri bırakan da bu
seviyedir. Ve bu seviyede kaldığımızdan dolayı bilimleri dışlamamızdır
Yazıyı Tamamlayacak Beş İlave Not:
1- Hutbe-i Şamiye’nin Arapçasında üç önemli haşiye var. Maalesef Hocalarımız son
Türkçe tercümeyi esas aldıkları için, bunların farkına varamamışlardır. İslam’da Din-
Bilim barışını anlatan Hutbe-i Şamiye'nin İkinci İlkesinin haşiyesinde” Ben bu konuda
bir kitap yazdım” diyor Bediüzzaman. Demek işin püf noktası, Muhakemat’ın
anlaşılmasıdır. Zaten yanındaki talebelerine demiştir: Ne zaman Muhakemat kitabını
anladıysanız, o zaman benim ne yapmak istediğimi öğrenirsiniz.
2- Bediüzzaman, kitaplarını önce Kürt halkı için yazıyordu. Sonra onları Türkçeye
çevirip evrenselleştiriyordu. Fakat Münazarat'ın başında şöyle diyor: Eğer vahşi
(medeniyet görmemiş) bir Kürdün cesedini giyinip kafana onun anlayışını takmazsan,
bu kitabı anlayamazsın. Nitekim Panelde Nevzat Hoca, o kitabın ağalara ve şeyhlere
karşı yazıldığını söyledi, ama bu yanlıştır. Kitabın birinci amacı, Kürtleri Demokrasiye
alıştırmak ve Osmanlı Devleti ile entegre etmektir. Yani Kitabın ana konusu
Meşrutiyet ve Hürriyettir.
Hutbe-i Şamiye'de Altıncı İlke olan Hürriyet ve Meşrutiyet bahsinde, bu konuda bir
kitap yazdım diyor. Münazarat'ı kastediyor. O Hutbenin Arapçasında, İstibdat
bitecektir, diye millete umut verirken; dipnotta maalesef yanılmışım diyor. Derin
Devleti hesaba katmadığını söylüyor.
3- 1908’de Kürt hamallara hitaben söylediği o harika vecizenin tam zamanı gelmiştir.
Şimdiki İslam Alemine söylemek uygun olur. Hem de bugünün dili ile: “Ey
Müslümanlar, sakın diğer medeni milletleri kendinize düşman bellemeyin. Bizim
sadece üç düşmanımız var: Cahillik, çökertici fakirlik ve kargaşa. Bu üç düşmana
karşı, eğitim, sanayi ve Amerika Birleşik Devletleri gibi birlikler kurmak silahı ile
savaşacağız ve o üç düşmanımızı yeneceğiz.”
4- Bu kardeşiniz medrese birikimini fen bilimleriyle birleştirmekle, Risale-i
Nur'u özellikle Muhakemat ve İşaratül-İ’caz tefsirine dayanarak Tevrat’tan,
İncil’den ve Kur’an’dan bilimlerle zahiren çelişen o on bin metni açıklamış ve
yayınlamıştır. On binlerce aydın insanda denemiştir. Demek hiç kimse umutsuz
olmasın.
5- Bediüzzaman, kitaplarında özellikle eski eserlerinde, yakında aydınlık bir sabah
doğacaktır, diye tekrarla söylüyor. Fakat İki Dünya Savaşı bunu engelledi. Sonra
Batının bütün dünyayı kendine esir etmesiyle ve Kilisenin de bilimlerle
barışmamasından dolayı bu müjdeler hep gecikti. Ama 21. Çağ, bilim ve biliş çağıdır,
İnsanlık her şeyi artık çözüyor ve anlıyor. İnşaallah İslam’ın dengelemesi ile özellikle
iman ve bilim dengelemesi ile altın bir çağa gireceğiz. Eğer Hedonizm kurdu ve
ekolojik kirlenmeler başımıza bir kıyameti koparmazsa.
26.03.2025
Bahaeddin Sağlam