Piyasalar

Muhsin Yazıcıoğlu’nun Fikir Dünyası

Punto:

Muhsin Yazıcıoğlu’nun Fikir Dünyası

(İslam, Milliyet, Demokrasi)

İSLAM

Seksen öncesi ülkücülerinin sembollerinden biriydi; kar altında şehit cenazesinin kaldırılışı. O resmin yanında Abdürrahim Karakoç'tan bir dörtlük bulunurdu:

Ellerin yurdunda çiçek açarken

Bizim ele kar geliyor kardaşım.

Kimler çizmiş bu hududu gönlüme

Dar geliyor dar geliyor kardaşım.

Ortak haleti ruhiyenin resmiyle örtüşen bir kader yaşadı Muhsin Başkan. Tıpkı o resimdeki kar yağışı gibi bir yağışın altında son yolculuğuna çıktı.

Dağlarda ölen Reis…

Sanırım onu hep böyle hatırlayacağız.

Anadolu’nun karlı dağlarında ruhunu Allah’a teslim etmek nasip oldu ona.

“Ben bu dağların maralıyım” der gibi gitti.

Dağlarda şehit olan “Muhsin”, şehirlerden dirilmeli şimdi.

Artık histen fikre yükselme zamanı.

Muhsin Başkan dendiğinde canlı fikirler manzumesi anlaşılmalıdır. Genç yaşına rağmen bir fikri disipline, entelektüel birikime sahip biri idi o. Fikri namusu olan biriydi.

Nurettin Topçu’nun Abdulaziz Bekkine’nin vefatı üzerine kaleme aldığı hikayede bir feryadı vardır: “Bana beşaret yetmez, ben emanet istiyorum”. Muhsin Başkan’ın ahlaki olgunluğu beşareti hak ediyordu.

Ama o emanet de istedi. Ve emaneti İslam maneviyatından, medeniyet tarihimizden ve Müslüman sorumluluğunun gerektirdiği çağdaş gelişmelerin istikametinden elde ettiği bir fikir demeti üzerine bina etti. Siyaseti bu emanetin bir yansıması olarak gördü.

Kendi medeniyetimize yöneldi ama onu çağımızın anlayışı ile harmanladı hayata ve siyasete bu fikri bütünlük içinde baktı.

İslam’a bakışını iki ana noktada belirlemek mümkün.

Birincisi, dine medeniyet şuuru ile bakmak. Ona bir yasa bir şeriat bir siyasal ideoloji olarak değil.

Katip Çelebinin ifadesi; hikmeti temeddün…

Meselelerin halli için hikmeti temeddün. Sivil, medeni, toplumsal hikmet yani. Şöyle diyordu Kâtip Çelebi;

“Dinin bekçiliğini yapanlar, toplumların özelliklerini, şehir halkının sınıflarını ve bütün olarak insanlığın hallerini bilmeli ve bu duruma göre konuşmalıdırlar”.

Bu nedenle Muhsin Başkan’a göre İlk işimiz ilimdir, mekteptir, maariftir. “Eller silah değil kalem tutmalıdır”.

“Türkiye’nin birinci gerçeği eğitimdir. Eğitim ordusu savunma kadar önemlidir. İdealizmin de gerçekliğin de temeli eğitimdir”. (Hakkı Öznur, Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, I, 272.)

“Eğitim, düşünmeyi, araştırmayı ve bireyin yaratıcı özelliklerini geliştirme üzerine temellenmelidir”.

Muhsin Başkan bilimsel bilginin, eğitimin en önemli gayelerinden biri olması üzerine de kuvvetle vurgu yapmıştır”. (Hakkı Öznur, Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, I,366.)

Kendiliğinden doğru bilgi, değil, araştırmaya, gözleme, tespite, içtihada dayanan bilgi.

Bizim “kendinden doğru” bilgimiz çok zaten. Bilgi kutsallaştırılırsa bilgi olmaktan çıkar inanç olur. Bilgi ile inanç arasında sadece dolaylı ilgi kurulabilir ancak. Bilgi başka inanç başkadır.

Muhsin Başkan’a göre; “köktenci yaklaşımları bırakıp bilgi toplumu üzerinde düşünülmelidir”.

Yine ona göre sanayileşmesini tamamlamamış bir toplumun bilgi toplumuna ulaşması elbette zor olacaktır. Ancak “Bilgi ötesi toplum” yaklaşımıyla bilgi toplumuna ulaşabilir ve bu tür bir anlayışın eksik yönleri tamamlanabilir.

Bilgi ötesi toplum, bilgiye Türkiye’nin içinde bulunduğu medeniyet dairesinden bakmayı kapsamaktadır:

“Çağımızda bilgi artık güçtür. Biyokompütürler, akıllı robotlar zamanını yaşamaktayız. Mikrobiyolojide ve gen mühendisliğindeki gelişmeler ürkütücü boyutlardadır. Bilginin bir ahlakı olmalıdır. Ahlakı yani insanlık değerlerine ulaşmak amaç olmalıdır”. (Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, I, 173.)

Dine medeniyet ufku ile baktığı için Başkan, İslam’ın bir ideoloji ve siyaset biçimi olarak algılanmasını din alanındaki büyük bilgi boşluğun sonucu olarak görmüştür.

Oryantalistlerin İslam bir siyasettir, bir din değildir görüşlerinden çok etkilendik biz.

Sömürge dönemi tepkisel tavırların ürünüdür, İslam’a ideoloji ya da siyaset gözü ile bakmak.

Sömürüye maruz kalmış ülkelerde kaleme alınmış eserlerin tercümesi yoluyla ödünç kavramlar edindik.

Bu kavramların açıklanmasıyla tanıştık ideolojik İslam anlayışı ile. Geleneğimizde yok. Örneğin hiçbir klasik kaynağımızda “İslam Devleti” kavramını bulamazsınız.

Veya geleneğimizin hakim düşünce damarları böyle bir İslam anlayışını vermemektedir.

Başkan’ın sivil inisiyatif programı, İslam’ın ideolojik olarak ele alınmasına da bir itirazı muhtevasında barındırıyordu.

4. Kurultayda Muhsin başkan şunu deklere etmiştir:

“Ne yoz liberalizm, ne çarpık kapitalizm, ne ödlek devletçilik. Ne milletine ihanet eden milliyetçilik ne medeniyet dirilişçiliğinden nasipsiz, İslam’ı menfaatlerin aracı yapan siyasal İslamcılık.”

Din hep rekabet ve karşıtlık ekseninde tanımlanmıştır; sekülere karşı olmak, laikliğe karşı olmak, batıya karşı olmak, Tanrı egemenliği karşısında insan egemenliğine karşı olmak, demokrasiye karşı olmak. Bu nedenle günümüz İslami düşüncesi kimliği korku ve husumet üzerine inşa etmiştir. Bu durumda İslam’ın orijinallik ya da özerklik güdüsü her zaman aşırılıklar güdüsü olmuştur.

İslamcılığın en büyük handikabı… İnsansız bir din. İnsanın minyatürleşmesi.

Bugün İslami kendini görme biçimi, bazen, insani boyuttan mahrum bir tür ‘vasıtalar dini’ halinde anlaşılmaktadır. Genel kanıya göre İslam ümmetinin ihtiyaçlarına dayanan en faydalı meseleler çözülmüş; bütün beşeri ihtiyaçlar temin edilmiş, doğrudan bizim çözmemize bağlı hiçbir mesele bırakılmamıştır.

Cevherin tükenmiş olduğu böylece kabul edildiği için, insanın yaratıcı orijinalliğine bağlı bir değişim ve gelişimin dinsel temeli, İslam düşüncesinde hâkimiyet kuramamaktadır.  İnsan böyle bir düşünce düzlemi içinde adeta Tanrı tarafından üzerine dil, ahlak, hakikat fikri yapıştırılmış olan aciz, şahsiyetsiz, kendiliğinden bir şey yapmaya kabiliyetsiz bir heykel, bir taş parçası mesabesi haline gelmektedir. 

Celaleddin Rumi’nin hatırlattığı gibidir durum:

“Bedenler sana Süleyman görünüyor da

Düşünceler karınca oluyor.

İnsan huylu değilsin de ondan…

Akıldan payın yok.”

Hem Müslüman hem milliyetçi olunur mu? Soru mudur bu?

Gelmiş böyle bir soru Muhsin Başkan’a. “Tabii, demiş başkan, “sen tağuti düzen diye bir şey ortaya koyarsan, tüm beşeri düşünceyi, yaratımları, aklı kullanma faaliyetlerini reddetmiş olursun”. Her türlü insani faaliyet “ilahi düzen” denen bir mevhum ideal uğruna yok sayılmış olur. Bu arada milliyetçilik de beşeri düzen olarak şirk sayılmaya başlanır. (Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, 3, 55.)

İnsanla Allah karşı karşıya değildir. Bizim İslamcılar insanla Allah’ı yarıştırıyorlar.

Halbuki Vahiy döneminde Allah ve insan iç içedir.

Maalesef özgürlük sorununun kelam literatüründe insanın fiilleri üzerinden yapılmış olması, “Allah’ın fiilleri var sadece; insanın fiili olduğu iddiası Allah alanına bir müdahaledir” şeklindeki fikri doğurmuştur.

Darülfünunun açılışında Afgani’nin konuşması bu açıdan eleştirilmiştir. Fen ilimlerine kudret atfetmiştir Afgani. Şeyhülislam “O böylece Allah’ın kudretini sınırlamış oldu, kafir oldu” demiştir.

Din egemenlik arzusunun, zenginlik tutkusunun, hırsın, açgözlülüğün, şiddet hastalığının kamufle edilmesini kolaylaştıran bir kalkan gibidir. Din adı altında her türlü ahlaksızlığı bile gizleyebilirsiniz. Öyle ki kendiniz bile onun din olduğuna inanabilirsiniz.

Bu nedenle dinin egemenlik davası olmamalıdır. (Hasan Onat, Türkiye’de Din Anlayışında Değişim Süreci, Ankara Okulu yay., Ankara 2003,s. 146.)

Egemenlik duygusunun, ele geçirme duygusunun hakim olduğu yerde ahlak fazlalık olarak görülebilir.

Buradan hareketle Başkan’ın İslam’a bakışının ikinci veçhesinin dine dayanarak siyaset yapmayı hoş karşılamamış olduğu söylenebilir:

“Biz hiçbir kutsalımızın ardına sığınarak siyaset yapmayacağız. Kutsallarımızı temsil iddiasında değiliz. Milletimizin manevi değerlerine sadece hizmet edeceğiz. Bu şeref bize yeter.” (Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, I, 44.)

“BBP’nin dini hassasiyetleri var mıdır derseniz buna bir şey diyemem, İslam’ın temsilcisi midir? Derseniz böyle bir şey diyemem. Yani partilerin İslam ile olan mesafelerini ayarlaması lazım. Ama Muhsin Yazıcıoğlu olarak dini hassasiyetleriniz var mı? Derseniz en üst düzeyde derim.” (Bkz. Hilmi Güneş’ten aktarım, Enes Turan, Bir Siyasi Aktör Olarak Muhsin Yazıcıoğlu ve Büyük Birlik partisi, Yayımlanmamış YL Tezi, Kırıkkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kırıkkale 2019, s. 115.)

Din siyaseti meşrulaştıracak bir alet değil.

Muhsin Başkan’a göre politikacı dindar olabilir. Ama dinini istismar etmemelidir. Siyasi parti, toplumun ihtiyaçlarını tespit ve halletmekle yükümlüdür. Toplumun ihtiyaçları da hep aynı değildir. Farklı kesimleri içinde barındırır. Sıkılmış bir yumruk olarak göremezsiniz toplumu. Müslüman bir bireyin beklentileri ile dindar olmayan ya da ateist olan birinin beklentileri aynı olmayacaktır. Dindarlık siyasal söyleme dönüştüğünde dindarlarla bir söylem beraberliği olur. Ya diğer kesimler? Çatışmak mı muradımız? Siyasetçi, toplumun sadece kendisi gibi düşünenlerin ihtiyaçlarını değil hepsinin ihtiyaçlarını çözmek gibi bir sorumluluk içinde olduğunu unutmamalıdır.

Başkan şöyle diyordu:

Dini siyasete alet etmem. Peki, siyaset, dini hedeflere ulaşmak için bir araç mıdır? Elbette, ama siyaset her şeyin aracıdır sadece dinin değil. Sadece dinin aracıdır dersem yanlış yapmış olurum. Siyaset dinin aracıdır dediğimde de şunu kastediyorum; dindar insanımızın cami ihtiyacını, imam ihtiyacını, din hakkında doğru bilgilenme ihtiyacını karşılaması gerekiyor siyasetin. (Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, 3, 602-603.)

Başkan’a göre politika bir denge sanatıdır. Toplumdaki farklı düşünceleri dengeli bir biçimde muhafaza etme sanatıdır politika. Bunun için bir hukuk normu lazım. Bu normun adı laikliktir. Laiklik farklı düşünce farklı inançların millet çatısı altında bir arada yaşayabilmesinin hukuki teminatıdır.

Başkan’ın din eğitimi ile ilgili görüşleri onun laiklikle ilgili tutumuna uygundur. Ona göre din dersleri haftada iki saat zorunlu-seçmeli olarak okutulmalıdır. Din dersi zorunlu olmalı ama müfredat açısından seçmeli olmalı. İhtiyaca göre üç veya dört ayrı din dersi programı hazırlanır. İslam dini, Hristiyanlık, Yahudilik ve talep olursa uzak doğu dinleri, ateizm alınır. Seçmeli müfredatın içeriğine uygun öğretmenleri de Milli eğitim bakanlığı istihdam eder. Herkes kendi dininin gereklerini kendi din adamlarından öğrenir. (Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, 3, 614-615.)

Başkan’ın “Müslümanların iktidarını önledi demeyesiniz diye güvenoyu vereceğim” sözü de yanlış anlaşılmıştır hep. Başkan ironi yapıyor. Kendi ifadesiyle; “yüzde doksan dokuzu Müslüman olduğu bu ülkede Müslüman olanların iktidarı Müslüman olmayanların iktidarı diye bir ayrımı kabul etmek mümkün değildir.” (Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, 3, 620.)

Muhsin Başkan’ın İslami hassasiyetinden kaynaklanan bir fikri özelliği de itaat kültürüne yaptığı sorgulamadır.

O dini-milli hareketlerin robotlara değil düşünen insanlara ihtiyacı vardır, anlayışını her fırsatta dile getirmiştir.

On üç yaşından beri kendine hep “Reis” denilen bir kişidir o. Ama bugün bazı parti kongrelerinde gördüğümüz “Reis varsa yeis yoktur” şeklindeki anlamlandırmaları hiçbir zaman kabul etmemiştir. O hep istişareden yana olmuş, sivil, katılımcı, uygulamada ilkeli demokratik liderlik özelliği sergilemiştir. Onun; “Ben söyledim; bu böyle olacak” dediği yakın çalışma arkadaşları tarafından hiç hatırlanmamaktadır.

Muhsin Başkan, Nurettin Topçu’nun iman sahasının dışında kalan her şey müzakereye açık olmalıdır dediği gibi, “Bir, Allah’ın birliğini, iki, peygamberin risaletini tartışamayız. Bunun dışında her fikri ve herkesi tartışabilmeliyiz” demiştir.

Bugün dini-milli çevrelerde ‘individual manque’ olarak adlandırılabilecek bireysel figür neredeyse ön plandadır.  İndividual manque, toplumsal/politik ihtiyaçlarını karşılamada isteksiz, dolayısıyla tercihlerini kendi adına yapacak bir ‘efendi’ arayan tiptir. Bu tip, kurallı ilişkiler çerçevesinde yaşama becerisine sahip değildir. Çünkü bir efendinin himayesini, tek çare görmeye yatkındır.

Başkasına mutlak itaat eden kendi özünü duymaz. Yabancılaşır kendine. Halbuki İslam, en üstün kategori olan sonsuzluğa insanı bağlamak suretiyle diğer kategorilerden özgürleşmesini sağlamak istemiştir.

Varsayımlarımız, “davalarımız”, “adanmalarımız”, ideolojilerimiz, yaratıcı irademizin önüne geçmemelidir. Topçu’nun ifadesiyle insan “iradenin davasını” gütmelidir. İnsanın iradesi Allah’ın iradesiyle birleşiktir.

İnsan, yapıp etmeleriyle değil itaati ile değerlendirilecekse hayat yoksullaşır. İnsan minyatürleşir. Bu topraklar, fikir tohumunun yetişmemesi için çoraklaştırılmış olur. İdeolojilerin itaatle, düşünmenin ise özgürlükle alakası vardır.

Bugün adeta göğüsler gerile gerile söyleniyor; “bir adanmış nesil istiyoruz”. 

Hayır. Tek özelliği adanmışlık olan bir nesil ölü bir nesildir. Robot bir nesildir. Tembel bir nesildir. İşlerini hep hikmetleri kendinden menkul büyüklere havale eden bir nesil, iradesini, aklını birkaç kişinin eline bırakan sorumsuz lakayt ve ahlaksız bir nesildir. Ahlakın irade ve sorumlulukla alakası vardır. Ahlaksız bir nesil; Allahsız bir nesil.

Şöyle diyordu Başkan:

“Beyaz atlı bir kurtarıcı beklemeyeceksin. Önce kurtarıcılık iddiasında olanlardan kurtulacaksın. İtiraz edeceksin. Korkularını yeneceksin. Hakkını arayacaksın. Hesabını soracaksın”… (Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, I, 45.)