Piyasalar

Arazi Yönetimi -1-

Punto:


Mülkiyet Problematiği

Arazi, yeryüzünde yaşayan tüm canlılar için vazgeçilmez en değerli kaynaklar arasında yer almaktadır. Kırsal alanlardan kentlere doğru toplu nüfus akınları biçiminde seyreden kentleşme olgusu, plansız kentleşmeyi ve plansız sanayileşmeyi beraberinde getirmekte ve bu durum hem kırsalda hem de kentlerde arazi kullanımını ciddi boyutlarda tehdit etmektedir.(1)
Ülkemiz için bu durum çok daha önemli hale gelmiştir. Ne yazık ki, Türkiye’de arazi ve arsa rantının yüksek oluşu, kent güvenliğini tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Bu yüzden mülkiyet konusunu tartışmaya açmak isabetli olacaktır diye düşünüyorum.
TC Anayasası’nın 35. maddesine göre mülkiyet hakkı şu şekilde tanımlanmaktadır: “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”
İşte tam da bu maddeye istinaden, kamu yararı nedeni ile kent arazilerinin kamulaştırılması tartışılmalıdır. Zira mülkiyet hakkının kullanılma biçimi, ‘6 Şubat 2023 Doğu Depremi’nde gördük ki, toplum yararına bir yığın aykırılıklar içermektedir. 
Toprak, insan faaliyetlerinin en önemli mekanıdır. Bu nedenle toprakla insan arasındaki bağ çok kadim bir bağdır ve sürdürülebilir olması gereken bir vasfa sahip olmalıdır. Yine bu itibarla sürdürülebilir tarım, tarım ekonomisi, sanayi ve endüstri, bilgi teknolojileri, sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir imar plan süreçleri, sürdürülebilir çevre yönetimi, sürdürülebilir ulaşım, kentsel hava kalitesi, toprak ve su kirliliği, küreselleşme, kentleşme, kentlileşme ve yerelleşme gibi konular insanoğlunun toprakla olan ilişkisi üzerinden ele alınması gereken konulardır. Toprak hem insanoğlunun beslenmesi için hayati öneme sahiptir, hem de uluslar için bir güç göstergesidir. 
Yukarıda Anayasa’nın 35.maddesinde mülkiyet hakkının çok temel bir hak olduğu ifade edilmekle birlikte, yaşadığımız büyük ‘Doğu Depremi’ ve muhtemelen yaşayacağımız İstanbul ve Bursa depremleri nedeniyle, mülkiyet meselesini yeniden tartışmamız gerekiyor.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu, mülkiyeti şöyle tanımlar: “Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.”
Yine 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 794. maddesindeki tanıma göre “intifa hakkı”; ‘taşınırlar, taşınmazlar hatta haklar veya bir mal varlığı üzerinde tesisi mümkün olan ve hak sahibine konusu olan şeyden yararlanma hakkı veren bir irtifak türüdür’ biçiminde tanımlanır.  Medeni Kanun’da da açıkça görüldüğü gibi “intifa hakkı” olarak tanımlanmış üst kullanım hakkı, arsalarda kamu mülkiyeti esasına geçilmesine cevaz verir niteliktedir.  
Mülkiyet hakkı, yaşama hakkı, din, vicdan ve düşünme hürriyeti hakkı ile birlikte, temel haklardandır. Büyük filozof John Locke, ‘yaşam, özgürlük ve mülk’ üçlemesi ile mülkiyet hakkının insan hayatı için vazgeçilmez olduğunu vurgulasa da, ülkemiz için yaşadığımız tecrübe, mülkiyet hakkının sınırlandırılabileceği kanaatini güçlendirmektedir. 
Öte yandan Türkiye için kentsel yaşam, deprem felaketi yüzünden milli güvenlik boyutunda bir tehdit oluşturuyor. Özellikle kent arazilerinin rant üretmesi, bu tehdidi daha da artırıyor.
Herhangi bir vatandaş bir biçimde kentin işlek bir yerinden 5-10 dönüm arazi satın aldığında, hiçbir üretim yapmadan büyük servetlere sahip olabiliyor. Bu durum hem reel sektör için engelleyici, olumsuz bir durumdur, hem de haksız kazanç olarak görülmelidir. Nitekim son dönemlerde bir anonim şirket ölçeğinde ortaya konulan Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı (GYO) vergi muafiyetleri ile cazip hale getirildiği için, birçok sanayici üretim yapan reel sektörlerini kapatarak GYO kurmaya kalkmıştır. 
Üretime katkısı olmayan bu tarz spekülatif   kazançlar, toplumun adalet duygusunu da zedelemektedir. Halbuki toplumun kalkınması ve gelişmesi için esas mesele, üretim yapmak, yaratıcı düşünce sayesinde bilgi teknolojilerine erişerek teknoloji üretip, ihraç etmektir. Günümüz dünyasında uluslararası rekabetin ölçütü, teknoloji üretebilme kapasitesidir. Gelecekte dünya teknoloji üretebilen ülkeler ve üretemeyen ülkeler diye ikiye ayrılacak. Ve teknoloji üretemeyen ülkeler teknolojiyi üreten ülkelerin sömürüsüne açık hale geleceklerdir; hatta Yuval Noah Harari’nin Homo Sapiens’te dediği gibi muhtemelen çöp olacaklardır. 
Diğer taraftan, kent arazilerinin rant üretmesinin kamu otoritesi eliyle önüne geçilmesi halinde, kentlerimizde sanayi alanları da yağmalanmaktan kurtulacak, sanayide de kaçak yapılaşmanın önüne geçilecektir. İsteyen istediği yerde fabrika kuramayacak, şehirler plan süreçleri muvacehesinde gelişme göstereceklerdir.
Tarım arazilerinin kentsel arsaya dönüşümü sırasında ortaya büyük rantlar çıkmakta ve bu rantlar kentli yurttaşların değil, bazı nüfuzlu bireylerin işine yaramaktadır. Kent arazilerinin büyük rantlar üretmesinin pek çok mahsurları vardır. Mesela bu tarz rantlar, rüşveti ve yolsuzlukları meşru hale getirirler. İnsan doğası gereği, bencil varlıktır. Dolaysı ile çeşitli çıkar ilişkileri karşısında kolay teslim alınabilir. Hele de insani gelişmişliği ve bu yöndeki eğitimi yetersiz ise, yolsuzluğa meyletmesi kaçınılmazdır. Bir de toplumsal kültür ve siyasetin gündemi buna uygunsa, insanın bu tarz kirli ilişkilere sürüklenmesi daha da kolaylaşmaktadır. 
Sistem böyle çalışıyorsa, kamu yararı Anayasa’nın 35.maddesinde belirtildiği gibi ortadan kalkmış demektir. O zaman kamu otoritesinin bazı radikal kararlar alma hakkı doğar. Bu hem ülke bütünlüğü açısından hem de, genel güvenlik açısından çok önemli bir husustur. Yukarıda yazdığım Anayasa 35. madde bu itibarla gözden geçirilmeli ve gerekli yeni düzenlemeler derhal yapılmalıdır. Yoksa bu gidişle milli güvenliğimiz ve ekonomimiz büyük tehditlere maruz kalacaktır. Muhtemel bir İstanbul ve Bursa depremlerinde, ekonomimiz çökebilecek, bir daha düzelmesi belki mümkün olmayacaktır. Ekonomisi çökmüş bir ülkede savunma sanayisi de kalmaz, Allah korusun ülkemiz kolayca işgal edilebilir hale gelebilir. 
Bu yüzden artık bu arazi rantı meselesini yeni baştan düzenlemek durumundayız. Çünkü kent arazileri böylesine rant ürettikçe, çıkar ilişkilerinin ve yolsuzluğun önüne geçilemeyecek, her depremde büyük maddi ve insan kayıplarımız tekrarlanacaktır. Bu meseleye milli bir büyük mesele olarak bakmak lazım ve kent arazilerini kamulaştırarak, arazi rantının önüne geçmek lazımdır. Bu durum aynı zamanda plan süreçleri yönetiminde de yerel yönetimlerin elini çok rahatlatır. Burada tabi temel sorun, bu kadar araziyi devletin kamulaştırmaya gücü yeter mi ve böylesi büyük bir bedelin finansmanı nasıl karşılanabilir? 
Bu konuda da, kamu otoritesinin Anayasa’nın 35.maddesinde belirtildiği üzere, ‘kamu yararı durumunda mülkiyet hakkı kanunla sınırlanabilir’ hükmünden hareketle çözümler üretilebilir. Nitekim dünyada birçok ülkede ‘kamu yararı’ gerekçesi ile mülkiyet hakkı sınırlanabilmektedir.
Bir de Türkiye’de göç olgusunun yönetilmesi sorunsalı var. Marmara ağırlıklı büyükşehirlere göçü durduramadığımız sürece, kentleri sağlıklı bir biçimde yönetmemiz ve yönlendirmemiz mümkün olmayacaktır. Kentlerde alan yönetimi anlamında belirli bir büyüklük tespit edilmeli, bundan sonrası için kentlere göç durdurulmalı ve büyüme sınırlandırılmalıdır.